“Suçsuzluğumu Affet”in Kürtlere ve Kürtçeye Bakışı
“Ne ki Malatya’da biz iç içe yaşıyor, birbirimizden kız alıp veriyoruz, benim kaç tane kuzenim Kürt ailelerden kız aldı ve yeğenlerim Kürtlere gelin gitti. Senle ben de ayrılmaz iki karışım olabilirdik. Türk ve Kürt evliliğinden çocuklar doğuyor, genler arasına dikenli tellerden sınır çizebilecek miyiz. 23’er kromozom halinde çocukları paylaşacak mıyız. Kürtler ile Türkler arasında sadece kan değil daha ötesi din bağı da var; Yunan, Bulgarlar gibi Hıristiyan milletlerle karıştırmamalıyız Türkler ile Kürtler arasındaki ilişkiyi. Türkler Araplarla bile Kürtlerle yakınlaştıkları kadar yakınlaşmamışlardır.’’ (sf.118) Kürtler yerden bitme yahut dağdan ses türemesi ile var olmuş değiller elbette. Beyinlerini katır kutur kemiren kurtçukların hışmına uğrayan birtakım zerzevatların dilinden düşme hiç değiller. Zafer Acar Kürtlere hışımla bakanların aksine hısım gözüyle bakıyor “Suçsuzluğumu Affet” romanında.
Hepimiz ilkokul da lise de tarih dersi görmüşüzdür. Bu tarih derslerinde görmediğimiz bir şeyler var ama: Kürtler, Kürtlerin yönetiminde etkin olduğu devlet/beylikler, Kürt nüfusunun yoğun olduğu bölgeler. Bunların hiçbiri yok resmi ders kitaplarında. Bir istisna hariç: Milli varlığa ve birliğe zararlı cemiyetler bölümünde ele alınan Kürt Teali Cemiyeti. Zararlı mı değil mi bizi burası ilgilendirmiyor ama insan şu tabloyu görünce “insaf” demekten kendini alamıyor. Geçtiğimiz aylarda başbakanın okuduğu Kanuni’ye ait bir mektupta geçen Kürdistan ibaresinin varlığı, durumumuzu daha derin bir boyuta taşısa da, bize birkaç bir şey söyleyebilir bu konu hakkında. Resmi bir yazışmada, hem de Osmanlı İmparatorluğunun en şaşalı dönemlerinin birinde Kanuni Sultan Süleyman rahatça Kürdistan diyebiliyor. Ancak bugünün kör ve korkak yöneticileri, kalemden çok silgi ile yazan sözde aydınları ve basın, Irak Kürdistanı diyemiyor da Kuzey Irak diyor. Hem de orada meşru bölgesel bir Kürt yönetimi varken. Kanuni güçlüydü, Osmanlı dev bir imparatorluktu: Kürdistan vardı. Türkiye güçsüzdü ve söz sahibi değildi dünya siyaseti üzerinde, Kürt yoktu, Kürdistan ağza bile alınmadı. Bugün bir şeylerin (temelde eksik taraflar hâlâ mevcut) elde edildiği, bazı yanlışlardan geri dönüldüğü açık. Acaba bunu güçlü olmaya niyetlenen bir Türkiye’ye bağlayabilir miyiz? Cevabı tarihin ta kendisinde, elbette ders kitaplarındaki tarihten söz etmiyorum.
Zafer Acar, birçok yerde ‘”Kürt” diyerek bu meseleyi romanına taşıyor. Bu bağlamda Acar’ın “Suçsuzluğumu Affet”te yaptığı şey gerçekten takdire değer. Bir ulusun varlığını yok sayanlara inat, Kürt diyor; bir dili konuşanların dilini zalimce kesenlere inat bu coğrafyanın zenginliği olan Kürtlere, Kürtçe sesleniyor. Belki gerçeklikte biraz da olsa aşılmış şeyler bunlar ama aşınmış meselelere çözüm getirmede edebiyatın yumuşatıcılığı ve sağduyuyu zenginleştiren özelliği elbette yadsınamaz.
‘’Adam yokluğundan çoğunlukla Perihan’la takıldın, Perihan Kürtlüğünü ve Aleviliğini gizleyen bir zavallı kompleksti. Sen, Türkçeyi kusursuz konuşmana rağmen Kürt olduğunu açıkça söylemiştin; ben de Türk olduğumu belirttim; ne sen ne de ben rahatsızlık duyduk birbirimizden.’’( Sf.118)
Romanın bir diğer Kürt meselesi odaklı bakışı bizi sosyal bir bağlama sürüklüyor, Kürt-Türk yakınlığına, evliliğine. Bildiğimiz üzere Türkiye’de Türk-Kürt birlikteliği yaklaşık 8-10 milyonluk bir nüfusu bir araya getiriyor. Bu istatistiklere “Suçsuzluğumu Affet” ten de iki kişiyi ekleyebiliriz gerçek dünyaya, Kahraman Yalın ve Nûpel (Türkçe: yeni yaprak). Şakayla karışık da olsa bu iki kahramanı reel dünyaya eklememizin aslında haklı bir tarafı var. Zira ben bu tip bir yakınlığa başka bir romanda denk gelmedim. Kahraman ve Nûpel biraz yalnız sayılırlar bu açıdan. İki uluslu bir yalnızlık. Zafer Acar’ın bu kahramanların gerçek dünyadaki karşılıklarının, içinde bulunduğumuz gergin atmosferde söz sahibi olması fazlasıyla önemli. Romanda, benim çok hoşuma giden şu kısımla, yazıda başladığımız yere geri dönebiliriz:
“-İri vitrin camlarının ardında manken gibi duran Nûpel, vitrin mankenlerinden beklenmeyecek bir canlılıkla Dilek pastanesinden elmacık kemikli yuvarlak yüzüyle içeri giriyor ve “roj baş” diyerek boynuma sarılıyor, “Kahraman, Malatyalısın ve büssürü Kürt arkadaşın olmasına rağmen Kürtçe bilmiyorsun, sana ne yapıp edip öğreteceğim.” Ben de karşılık verdim ona “roj baş, ıııııııı çavene başe, görüyorsun değil mi yavaş yavaş öğreniyorum.” Bendeki bu hızlı ilerlemeyle karşılaşan Nûpel’in gözleri çilek yerkenki halini alıyor ve “başım” diyor ve net bookuma bakıp soruyor, “çıdıke”, ben de; sence Âfet ne cevap verebilirim ona; diyorum “artık seni yazıyorum”, beni kazanmışçasına yanıma oturuyor, “aaaaa o zaman iyileşiyorsun demek” diyor, kafasını omzuma bırakıyor, ince-düz-doğal kestane rengi saçlarını koynuma salıyor, ben onu itiyorum “şuan beni rahatsız etme, dedim ya yazıyorum”, dudaklarını “lütfeeeeeeeeeeeeeeen” diye uzatıyor, kendimi okumak istiyorum, şimdiye dek hiç kendimi okumadım, lütfeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeen” diye senin gibi naz yapıyor, senin gibi dediğime göre demek ki seni daha unutamamışım Âfet. (Sf.147)

Abdullah İlhan


Yorum Gönder

0 Yorumlar