Zafer Acar'ın yankı uyandıran, çarpıcı değerlendirmeler içeren yazısını, haber5 sitesinden alıntılıyoruz.

ŞİİR ve İKTİDAR: BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN ŞAİR MİDİR? ŞİİR İKTİDARDA MIDIR?

Şair, iktidara karşı olmak zorundadır; klişesini, soru haline getirmek istiyorum: Şair, iktidara karşı olmak zorunda mıdır? Bunu konuşalım.
      Şiir geleneğimizde, şairlerin birer misyoner gibi devlete isyan etmesi, Tanzimat’a kadar pek görülmüş ve alışılmış bir şey değildir, Batı’dan bize geçen kötü huylardan biridir. Tabii ki, devlet ve liderleri de gerekirse sert bir dille eleştirilmeli, ancak bu, kötü niyetli ve yıkıcı bir ruhtan doğmuş terörist cümlelerle değil, her kesimin huzuru adına, iyi niyetli ve kurulu düzeni geliştirmeye yönelik olmalı. Bunun ölçüsünü yüzyıllar evvelinden Kanuni’nin sözüne rağmen emekli maaşını alamayan Fuzuli’nin Kanuni’ye ince bir ironiyle yazdığı “selam verdim rüşvet değildir deyü almadılar” cümlesiyle başlayan edep dolu “Şikâyet-nâme”sinde görürüz. Hakim bakış: Padişah aynı zamanda Allah’ın halifesidir ve ona her zaman ve her durumda hicapla yaklaşılmalıdır. Bu masumiyete, Nef’î cinsinde şairlerin bile dokunması pek mümkün olmamıştır. Hatta padişahın yakınında bulunanlara sataşmak, onları eleştirmek az buçuk tarih okuyanlar bilir, şeksiz şüphesiz o kişinin ölüm sebebidir.
      Halk ozanlarından Köroğlu ve Dadaloğlu’nun koçaklamaları ise son derece bireysel ve kavimsel dertleri işlemiştir, bilindiği üzere isyan, halk şiirinde hep var olagelmiş. Dağın, taşın sertliği sanki onların karakterlerini etkilemiş; aşkları çok lirik, öfkeleri ise epiktir. XVI. yüzyıl ozanlarımızdan Köroğlu ise merkezi yönetime değil, yerel yönetime karşı isyan etmiş. Efsaneden yola çıkacak olursak, bu isyanın, siyasi bir nedeni bulunmamakta, Köroğlu bir nevi Bolu Beyi’ne karşı kan davası gütmüştür. 19. yüzyıl halk ozanı Dadaloğlu ise, Tanzimatçılardan yükselen aykırı sesi duymuş olmalı ki, top gürültülerine karşı sazının tellerine dokunur. Padişaha meydan okur: “Hakkımızda devlet etmiş fermanı/Ferman padişahın dağlar bizimdir.
      Batı sanat ve fikriyatının etkisinde kalan Tanzimatçılar, edebiyatımızın ilk devrimcileridir aslında, birer kalemşor, militan gibi hareket etmişlerdir. Kimisi yurt dışına kaçmış, oradan devleti eleştirmiş; Namık Kemal gibileriyse kendi vatanında erkekçe mücadelesini vermiş ve kodese atılmayı göze almıştır. Geleneksel devletçilik bilincine göre devletin bekasının insan hayatından mühim olması, Batı’nın “insancılık”ına (!) ters düşmüş, Yunan mitolojisi kaynaklı Tanrı-insan zokasını yutan Tanzimatçılar, neredeyse bireysel özgürlüğün devletin bağımsızlığından daha önemli olduğuna inanmıştır. Batı, yalnızca devletleri değil, milletleri, kavimleri ve hatta ataerkil aileleri de parçalayarak güç birliğinden yoksunlaşan dünyayı daha rahat yönetmeyi hedeflemiştir. Bugün kendi ülkemizde çekirdek ailelerin bile boşanmalar nedeniyle tüketici-bohem bireylere dönüşmesi, üretici ve yönetici Batı’nın hedefine ulaştığını göstermektedir. Osmanlı’ya, daha doğrusu İslam’a yönelik başlayan devlet düşmanlığı, ailelerin parçalanmasına dek etkisini göstermiştir. Devletin en küçük birimi aile, prensip, otorite demektir; onun parçalanması, devletin bilinç parçalanması anlamına gelir.
Cumhuriyet dönemine dek, biz Müslümanların, hiçbir zaman devletle bir alıp veremediği olmamıştır. Batı fitnesi nedeniyle yeni yönetim, Müslüman halktan gereksiz yere işkillenmiş, kendi hayatlarından tedirginlik duydukları için varlığını halktan kopuk sürdürmeye çalışmıştır. Hele de 40’lı yıllardan sonra Cumhuriyet Halk Partisi, halksız ve haksız bir partiye dönüşmüştür. Halkın, demokrasinin ne olduğunu bilmediği halde, Demokrat Parti’ye oy vermesi, çıkarımlarımdaki tutarlılığı da gösterir sanırım. Bu dönemden sonra darbelerin gelmesi, ordunun da bilinç-altında CHP’nin devleti temsil ettiği, halkın kendini yönetmekten aciz olduğu, kandırıldığı fikrinin yattığını göstermektedir. Darbeler, hep gelecekte devleti yönetme ihtimali olan gençlere yönelik olmuştur ve bence ülkemizdeki her darbe niceliksel değilse de en azında niteliksel açıdan bir Çanakkale Savaşı kadar kan kaybına yol açmıştır. Üstelik halk değil, asıl Tanzimatçıların fikirlerinden beslenen yeni devlet devrimcidir. Bu bilinen bir şeydir. Her devrimci yönetim gibi cumhuriyet de ilk döneminde kendi gölgesinden bile ürkmüştür. Halkın, oldubittiye gelen devrimler karşısında isyana hazırlanacağını sanmış, elektriğe verilen balık gibi şoka girdiğini görememiştir cumhuriyet, sonuç olarak halkı tanımamaktadır. Hececilerin köy edebiyatı yapması, devletin zihnini biraz da Batı’dan Anadolu’ya çevirmesini sağlamak amacıyladır. Bizim ülkemizde, sosyolojik açıdan bakıyorum, halk devrimi daha uzun yıllar yapılamaz; çünkü yüzlerce yıllık bir devletçilik fikri ruhumuzun genlerine işlemiş durumda, bunu değiştirmeden, halihazırdaki devleti değiştirmek mümkün değil.
      İlhan Berk, hazırladığı bir antolojiye Sait Faik’in “Semaver”ini şiir diye almıştı. O halde, çok güzel bir heykeli, iyi bir anayasayı, ödüllü bir filmi, çözülmüş zor bir matematiksel işlemi veya ahlaklı bir duruşu da yıllığa şiir diye alma hakkımız doğuyor. İlhan Berk’i eleştirdiğim sanılmasın, bilakis o, yaşıyor olsa ve onunla karşılaşma fırsatımız doğsaydı onu tebrik etmek isterdim. Gerçi, bu hoş poetik fikrin kaynağı yine Batı, yine diyorum, yine akşam, yine karanlık diyorum, çünkü İlhan Berk, şiirimizin genlerine Batı’yı enjekte eden bir çakma Abdullah Cevdet’tir. Bilindiği üzere Abdullah Cevdet, Türk’ün genlerini beğenmez, Avrupa’dan kadınlarımız için damızlık erkek getirilmesini ileri sürer ve bu, ciddi ciddi tartışma konusu olur. Abdullah Cevdet veya İlhan Berk hiç fark etmez ikisi de aynı anadan doğma, fakat ikisinin de babası bellisiz Batı.
      Konunun bilinç-altına inmek istiyorum artık: Tayyip Erdoğan. Tayyip Erdoğan’ın şiirle olan münasebeti irdelenmedi şimdiye dek, çoktan irdelenmeliydi. Siyasi başarısını, sıradan bir bakışla boyuna posuna, konuşmasına, hazır cevaplılığına veya doğallığına bağlayanlar, onun maneviyatını, ruhunun besin kaynaklarını görmezden geliyorlar. Tayyip Erdoğan, başarısını, öncelikle İslamiyet’e sonra ise Müslüman duyarlılığın ürünü şiire borçludur bence. Tayyip Erdoğan günümüz siyasetinin neredeyse tek retoriği; saflığın en öz hali diye bildiğimiz şiiri bile, yüzyıllardır kirle yıkanmakta olan siyasete yakıştırmayı bildi. Osmanlı medeniyetinden haberdar çünkü, şair baba ile oğullar arasındaki şiirsel yazışmalardan tutun da çok önemli fermanlara dek şiir hüküm sürmüştür Osmanlı devletinde, şiirsiz bir gün, bir toplantı geçmemiştir. Şiir, en keskin ve en sivri düşünme şeklidir onlarda. Şair, yönetimde söz sahibidir. Fatih Sultan Mehmet, nam-ı diğer Avni, İstanbul’u, şiirle, daha iyi anlamanız için tekrarlayayım, şiir zihniyle fethetti, Tayyip Erdoğan ise halkın kalbine aynı geleneksel usulle ulaştı, modernistler gibi geleneği küçümsemedi. Gemilerin yürütülmesi fikri, ancak büyük bir dünyaya sahip hayal gücünden doğabilir ve bu görüntü son derece imgeseldir, şiirseldir. İşte Tayyip Erdoğan, görüp yaşayarak öğrenenlerden, çekirdekten gelme. Müslüman teşkilatların içerisinde bulundu, doğal kültürlendi, ses tonu doğuştandı, kaderine inandı, sabretti, tevafuklarla beslendi, üstatlarla karşılaştı, Necip Fazıl’dan şiirle birlikte hitabet sanatını da kaptı, şiirin toplulukları nasıl coşturduğuna şahit oldu, çalışkandı, cesurdu, halkla bütünleşen her lider gibi hapis yattı, parti kurdu. Böylece Türkiye’nin kalbini fethetti, başbakan oldu, dünya Müslümanları da onu manevi lider olarak kabul etti. Bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ın şiirleri değil de nedir. Biz, toplum olarak nesre yaklaşalı beri Batı karşısında kaybeden olduk. Tayyip Erdoğan bunu hissediyor olmalı.
      Pazar günü (30.09.2012), AK Parti 4. Olağan Kongresinde Tayyip Erdoğan, konuşmasının açılışını Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinin son bendiyle yaptı. Tayyip Erdoğan’ın şiirle olan yakınlığını bilmeyen yok, konuşmasının şiirsel başlaması beklenen bir şey değilse de sürpriz de değildi. Şiirin elitliği, toplumu kazanmasına ve yönetmesine engel olduğunu düşünmüyorum. Şiir, illa ki okunmak zorunda değil, yaşanabilir bir şeydir de. Şeyh Galip’in şu mısraları nitelikli bir kişinin milyonlara dönüşebileceği imasını da taşıyor bence: “Sözden anlayan birinin beğendiği renkli bir beyit bin cihana bedeldir. Elimdeki kalem bana hep şunu söyler: Yığınların itibar etmesi benim için beladır.” ( Hüsn ü Aşk ) İşte buradaki “sözden anlayan biri”, Tayyip Erdoğan’dır. Necip Fazıl’dan tutun da diğer iyi şairlerin şiirlerini iktidara taşıdığına defalarca şahit olduk Tayyip Erdoğan’ın, o içselleştirilmiş okuyuşuyla milyonlarca kulaktan Sezai Karakoç’un mısraları da girdi, ama çıkmadı, kalplere yerleşti, orada yeşerecektir, çünkü mısra şiirin tohumudur.
Kongreden bir gün sonra, karşı basın kudurmuşçasına saldırıya geçti, ne imiş, Tayyip Erdoğan’ın konuşması neden coşkuluymuş, hamaset yüklüymüş, neden sakin ve silik değilmiş. Kürsüye çıkan bir adama neden iyi bir hatip gibi konuştun, demek, son derece komik ve safdillik olur. Yutmadık, yutmayız da. Edebiyat kürsülerinde de gerekirse böyle konuşacağız. Tayyip Erdoğan, meydana çıkmış, devleti yönetiyor, toplum öncüsü, eleştirilecek elbette; fakat onun üzerinden manevi değerlerimize hakaretlere tahammülümüz yok. Hürriyet gazetesinin karikatürcüsü, “sevgili/en sevgili/ey sevgili” nidasındaki muhatabın aynı zamanda Allah olduğunu bile bile, metafor bilgisinden habersiz olması mümkün değil, bu mısraları karikatürize etmiş, böylece Danimarka’da başlayan karikatür krizinin dolaylı da olsa bizdeki bir uzantısı olmuştur. Onlar ne şiirin, ne Sezai Karakoç’un, ne de Tayyip Erdoğan’ın düşmanıdır, onlar Batılı kardeşleri gibi İslam düşmanıdır. Hıristiyan biri bizi yönetse bu kadar rahatsız olmazlar, dünyayı tekelleştiren Yahudilerle barışıktırlar.
       Öte yandan, iktidardan nemalanan, iktidara yakın basın-yayın organlarında bulunan nice Müslüman kalem, Tayyip Erdoğan, şedit saldırılara uğradığında canı gönülden ve cesur bir şekilde onu savunmuyorlar; çünkü bu yazarların ekseriyeti tarikatlara, cemaatlere bağlıdır. Onların göre Tayyip Erdoğan, sadece bir siyasi liderdir. Onlar, İslam’ın Müslüman’a sevgi yönüyle beslenmekten çok, Allah’tan korku yönüyle beslenmişlerdir. Bu yüzden, onlarda korku, huy haline gelmiştir ve muhalefet karşısında tir tir titrerler. Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisini bağımsız olarak nitelendiren Müslüman entelektüeller tarafından hâlâ anlaşılmış değil. Ne yazık ki, Müslüman entelektüel, Marksistlerin ortaya attığı hiçbir iktidarla, buna Tanrı da dâhildir, sanatkâr uylaşmamalı; fikrinin tuzağına düşmüş ya da korku nedeniyle arkasına saklanmıştır.
      Tayyip Erdoğan’ın Sezai Karakoç’tan bu benti okuması, onun, Sezai Karakoç’un ülkemizin sınırlarını tüm dünya Müslümanları olarak görmek gerektiği fikrine katıldığını gösterir, nerede olursa olsun her Müslüman bizim toprağımızdır, onu gücümüz oranında korumakla mükellefiz. Sezai Karakoç şiiri, kısmi de olsa iktidarda, toplumun içinde, gönlünde, gözünde, gözyaşında. Bu büyük şiir etkisini arttırdıkça, büyük bir devlet olmamamız için hiçbir neden yoktur.
      Tayyip Erdoğan’ın şiirle irtibatı, bürokratları da şiire yaklaştırdı. Şiir denilince, akla Necip Fazıl geliyordu, şimdilerde onunla birlikte Sezai Karakoç da geliyor. Sezai Karakoç’un çağın yaralarına pansuman olacak pamuksu duyarlılığı ve şiirsel merhameti devlet yönetiminde söz sahibi artık. Tayyip Erdoğan’ın üç dönem partiyi hükümete taşıması, Adnan Menderes’in ise II. dönemindeki hezimet, sanki onun şiire Erdoğan’a göre daha uzak olmasıyla ilgili. Adnan Menderes, Necip Fazıl’dan uzak durmuştur, belki de ona yaklaşsaydı, o keskin zekâ, Menderes’i ipten bile kurtarmayı başarırdı.
      “Bütün sanatlar şiirden doğar” sözüme katılıyorum. Liderlik, sözün pratiğe dönüştürüldüğü bir sanattır dostlarım, görüyor ve biliyoruz ki Türkü, Kürdü, Arabıyla Müslüman milletimiz, Tayyip Erdoğan’ın şair liderliğini çoktan tescil etmiştir. Zaten Necip Fazıl’ın şiirinden doğmuştur o. Bize, bunu kabullenmek düşer.
      Tekrar sormak istiyorum: Niçin başarılı oldu Tayyip Erdoğan? Çünkü doğru bir dil kullandı, dini kullanmadı; çünkü hissediyor ve biliyordu, yaratıcımız bile şiir diliyle seslenmişti bize. Şimdi soruyorum size, liderleri mi milletler yaratır; yoksa milletleri mi liderler? Şair liderler, savaşçı liderler, dini-siyasi liderler, milletleri yaratır.
      Tayyip Erdoğan, Kasımpaşa’nın o dik yokuşundan Taksim Meydanı’na, dilinde Necip Fazıl’ın şiirleriyle kim bilir iktidara tırmanır gibi kaç defa tırmandı.

      Zafer Acar

Yorum Gönder

0 Yorumlar