Usta kalem Cemal Şakar, Hece'nin Aralık sayısında (192) İslami çevreleri içeriden bir bakışla eleştirdi. Ona katılmamak mümkün değil.

MUHAYYİLE SINIRI
 
İslamcı cemaatlerin sanat ve edebiyata karşı takındıkları ‘soğuk mesafe herkesçe malumdur ve bunun nedeni sadece iyilik-hoşluk meselesi değildir. Bu soğuk mesafeyi, aslında daha derinlerdeki düşmanca bir bakış belirler.
      Özellikle geçen aylarda medyada gerçekleşen İslamcılık tartışmalarında da, sanat/edebiyata karşı takınılan düşmanca bakışı görmek, kolayca mümkündür. Sözü bu tartışmalara getirip sanat/edebiyatı savunacak değilim. Sadece, en geniş anlamıyla cemaatlerin sanata karşı gösterdikleri derin, bir türlü kapanamayan soğuk mesafenin nedenini anlamaya ve paylaşmaya çalışıyorum.
      Elbette birçok neden sıralayabiliriz ve bazı nedenlerden dolayı bu mesafeyi de anlayabiliriz. Ama nedenler üzerine biraz düşündüğümüzde ilginç bir ortak payda ortaya çıkmaktadır. Sanat/edebiyatı kerih gösteren nedenlerin önemli bir kısmı cinsellik ortak paydasında toplanmaktadır. Hızlıca düşünelim: Müzik; ruha heva ve hevesler üfler, bir de işin içinde kadın sesi varsa zinhar haramdır. Resim ve heykelde, suret-put ilişkisi vardır. Sinema zaten mahremin yıkılmasıdır. Edebiyat başta görme, duyma, koku alma gibi duyumlara ‘seslenmediği’ için aralarında en şanslı olanıdır; ama edipler tasvir ya da imge marifetiyle insanlarda kimi nefsani uyanışlara sebebiyet vermektedirler. Sanat/edebiyata yaklaşım böyle olunca, aslında iki büyük cürüm işlenmektedir. Birincisi, Müslümanları, cinsellik eşiği alabildiğine düşük insanlar olarak algılamak. İkincisi, zımnen, Müslüman sanatçıların eserlerinde yeteri kadar İslami hassasiyet göstermediklerini söylemek.
      Cemaatlerin sanat/edebiyata karşı takındıkları bu mesafeli tavır, elbette sanatçılar üzerinde de ciddi bir kamusal baskıya dönüşmektedir. Bu baskının bir sonucu olarak, Haziran 2012’de Mihriban İnan Karatepe Edebistan’da Yusuf Sınırı adlı yazısıyla tartışmayı yeniden başlattı. Ömer Lekesiz de bu yazıdan sonra Yeni Şafak’ta Ötesini Söyleyememek’le başlayan bir dizi yazıyla tartışmaya katkıda bulundu. Burada dikkat çekici olan iki yazarın da tartışmayı yazar/eser üzerinden sürdürmesidir. Elbette bunda garipsenecek bir yan yok; zira öncelikli ödev ve sorumluluk yazara aittir. Ama hem günümüzde hem de önceki zamanlarda yapılan bu tür tartışmalarda okur, okurun muhayyilesi genellikle fazla sorgulanmamıştır. Şunu demek istiyoruz: Kabahat her zaman ve koşulda hep yazara/esere mi aittir? Eserle ilişki kuran okurun hiç mi kabahati yoktur?
       Öncelikle şöyle bir tespit de bulunalım ya da bir ortak noktada buluşalım: Cemaat liderlerinin/abilerinin gündelik hayatlarını, İslami hassasiyetlere göre belirlediği nasıl peşinen düşünülüyor ve onların ortaya koyduğu eserler her zaman ve koşulda bu hüsnüniyet çerçevesinde değerlendiriliyorsa, her Müslüman sanatçı da peşinen böylesi bir hürmete layıktır. Şimdi bu çerçevede Müslüman bir sanatçının ortaya koyduğu eserde çok farklı nedenlerle yaptığı tasvir ya da kurduğu imge eğer okurda kimi nefsani uyanışlara neden oluyorsa, burada sorgulanması gereken yazar kadar, okurdur da. Çünkü pornografi dediğimiz şey, özellikle edebiyat söz konusu olduğunda, daha çok okurun tasvir ya da imgeden yola çıkarak muhayyilesinde sürdürdüğü bir şeydir. Örnek olması bakımından şunu söylemek istiyorum; Mihriban İnan andığım yazısında HasanAycın’ın Bin Hüseyin adlı romanından şu alıntıyı yapar: “-Ben Müslüman oldum Üneyse’m, dedi; ne yapacağımı bilmiyorum.
      Üneyse birden dönüp atıldı, kapandı üstüne, sımsıkı sarıldı ona; hiç öyle sarılmamıştı hâlbuki…
      (…)
     Onca suskunluğun ardından kurulmuş zemberek gibi boşanıverdi Üneyse; nefes almaksızın konuşuyor, konuşuyordu…
      O ise hiçbir şey söylemiyordu…
      Yek vücud oldular, gözyaşları birbirine karıştı; birbirlerinin yüzlerini, gözlerini öpüyorlardı durmaksızın; dudakları gözyaşlarına belendi ikisinin de…
       Hisler deryâsında kopan fırtınalarla kabaran dalgaları aşıp dingin sahillere çıktılar…
       Yıkanıp temizlendiklerinde yeniden doğmuş gibiydiler.” Eğer bu satırları okurken birileri Yusuf Sınırının ihlal edildiğini, dolayısıyla heva ve heveslere kapıldıklarını söylüyorsa; öncelikle onlar kalplerine baktırmalıdırlar. Eşiği bu kadar düşük insanların yaptığı daha ciddi kötülükse, kitap okurken genellikle anlatıcıyla yazarı özdeşleştirerek metindeki olumlu ya da olumsuz eylemleri yazara mal etmeleridir.
       Sanat/edebiyatın bir görevinin de modern hayatla yüzleşmek, hesaplaşmak ve mümkünse buradan sahih bir yol açabilmek ya da en azından bu yolun açılabileceğine dair ümitleri diri tutmakken; sanat/edebiyata bunca marj uygulayan cemaatlerin, müntesiplerini modern hayat içerisinde nasıl kollayıp gözetebilecekleri çok daha ciddi bir soru/sorundur. Muhayyilesi kıpır kıpır, uyarılmaya meyyal birinin modern hayat içerisinde yer alması travmatik ya da dramatik sonuçlar doğurabilir çünkü.
       Devleti ve kamusal alanı İslami ilkeler etrafında dönüştürme yükümlülüğünü üzerlerinde hisseden cemaatler; geleneksel zamanlarda olduğu gibi tekkesini köye taşıyamayacağına göre, modern zamanlarla baş etmenin yolunu bulmak zorundadırlar. Böylesi bir süreçte sanat/edebiyat, en azından pedagojik formasyon olarak bir işlev üstlenebilir!
       Söylemesem olmaz: Gerek Doğu’da gerekse Batı’da okumuş yazmış kiminle karşılaşsanız, Türkiye’den genellikle Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’i tanıdıklarını görürsünüz. (Başka nedenlerle tanınırlılığı artan Orhan Pamuk ve Elif Şafak sözümüzün dışında.) Burada dikkat edilmesi gereken Nazım Hikmet’in şairliğinden ötürü tanınırlılığı değil, Nazım Hikmet üzerinden bir düşüncenin, bir dünya görüşünün temsiliyetidir. Sanat/edebiyata karşı bu kadar soğuk davranan ve arasındaki mesafeyi ısrarla açan cemaatler, kendilerini şimdiye kadar nasıl anlatamadılar, ortaya koyamadılar, ifade edemediyseler, bundan sonra bu sorunları artarak sürecektir. Çünkü modern hayatın hızı karşısında değişen dil dünyasını, kapalı cemaatlerin anlaması mümkün değildir.  

      Alıntılayan: Tetikçi

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar