"SAVAŞMAYAN BİR TOPLUMDAN KAHRAMAN DOĞMAZ!"


 Abdullah İlhan Zafer Acar ile Roman Sanatı ve "Suçsuzluğumu Affet" üzerine söyleşti.

Zafer Acar, Hamse’den, Diri’den ve en son da Kurşun ve Kalem’den bildiğimize göre kitap boyutunda şiir yazıyor, uzun bentler, dolgun mısralar, şiirinin dişlilerini meydana getiriyor. Bu bağlamda ilk romanınız olmasını da göz önünde bulundurarak Suçsuzluğumu Affet’i yazarken soluklu şiir yazmış olmanızın katkılarını gördünüz mü?

Romanda da aslında buna değinmiştim, romanın karakterlerinden öykücü İlhan Aylin, genç bir şair olan Kahraman Yalın’a, “şiirinin formu, soluğu roman yazabileceğini gösteriyor” der. Kahraman Yalın da, bu tür önerilerden sonra mektup tarzında bir roman denemesine girişir, ama usta romancı Ahmet Peyami’den de yardım alır. Evet, 400 sayfayı aşkın bir romanı zorlanmadan yazmamı tamamen soluklu şiir deneyimime bağlamak yanlış olur. Bir defa, roman dili yaratabilmek için şairin, şiire kurulu kafasından kurtulması lazım. İmajlarla roman yazılmaz.  

Romanda çeşitli deneysel çabalarla ve yeni anlatı kişisiyle karşılaşıyoruz. Bu biçimsel buluşların Türk romancılığının geleceğinde bana göre önemli bir yeri olacak. Suçsuzluğumu Affet’te bu teknikler nasıl yer buluyor, yazarı için neyi kolaylaştırıp neyi zorlaştırıyor?

Tanrı-ben dediğimiz anlatıcı kişiye, iki-üç yıl önce şiirim vasıtasıyla ulaşmıştım, şiirimde de bir iki yerde bu tekniği kullandım. Bu anlatıcı kişiyi, anlatıya (narrative) pek sıcak bakmayan şiirde kullanmak çok da mantıklı gelmedi bana. Bu kişinin romana ve öyküye daha uygun olduğunu fark ettim; hem zaten yirmi üç yaşımdan beri içimde bir roman yazma dürtüsü de vardı. 2000 yılında roman yazmaya çalışmış, şiire varmıştım, yani bu girişimimde başarısız olmuştum, ya da ne bileyim, daha bir bilindik çıkarımla söyleyecek olursam, şiirin kıskançlığına uğramıştım. Sonraki yıllarda, zaman kavramı beni oldukça yordu, hırpaladı; anlatması mümkün olmayan, ancak hissedilebilinir sonuçlara vardım zamanla ilgili. Sene 2004, bunu ancak romanla anlatabileceğimi düşünmüştüm, ama olmadı, yine bir şiir doğdu benden: Akrep ile Yelkovanın Düellosu. İşte, geleceğin geçmişe hükmetmesi duygusu, romanda daha ilk baskıda, 11. baskının sonuçlarını, birkaç üst-kurmacayla vermeye çalıştım. Tanrı-ben de bu anlatıda bana yardımcı oldu. Tanrı-beni, Kahraman Yalın, dördüncü anlatıcı kişi olarak sunar, renklidir bu anlatıcı kişi, ilginçtir ve yorgun olan sözü, yeni bir biçimle söyler; değerlendirilirse anlatıya yeni bir imkandır, aslında bu fikirlerimi Kahraman Yalın’ın ağzından küçük bir manifesto şeklinde anlatmıştım, tekrar etmek istemiyorum.

Ben, Kahraman Yalın’ın roman içinde bir kahraman olmasının yanı sıra romanın diğer kişilerinin de yaratıcısı olduğunu düşünüyorum. Diğer karakterleri istediği gibi eğip büküyor, bazen görünür kılıp bazen de yok ediyor. Zafer Acar, roman kişilerinin üstünde Ahmet Peyami’nin mi Zafer Acar’ın mı yoksa Kahraman Yalın’ın mı daha çok rolü olduğunu düşünüyor?

Tespitlerine katılıyorum, romandaki Tanrı-ben Kahraman Yalın olduğuna göre, bu söylediklerin de isabetli oluyor. Olayın kahramanının gerçekten kahraman olabilmesi için Zafer Acar’ı romandan dışlaması lazımdı, dışladı da.

Kahraman Yalın, toplumsal anlamda gerçek bir kahramana olan ihtiyaçtan mı doğuyor?

Doğrusunu söylemek gerekirse, cumhuriyetten bugüne “Yurtta sulh cihanda sulh” sözüne sıkı bir şekilde bağlı kalmayı yeğleyen devletimiz, çevremizde gerçekleşen bütün kıyımlara kör, sağır kalmayı bir düstur edindi. Susan bir toplum olduk, konuşmayan, koşmayan, savaşmayan bir toplumdan kahraman doğmaz, bu eksikliği evet, gördüm. Bari dedim, hiç olmazsa romanımda bireysel mücadelesini veren ve okuyucusunu etkileyip değiştirebilecek bir kahraman yaratayım, başarabilsem ne ala.

Romanda birçok konu ve durum Kahraman Yalın ve Afet etrafında dönen trajik hikayede kendine yer bulup bütünün parçası oluyor. Bu denli güçlü bir kurgunun ve hikayenin kaynağı nedir?

“Diri”de olduğu gibi acılarımdır, zaten bu iki kitap da birbirinin süreği bir duygunun/duyarlılığın ürünü. Kendimi, bir empati gibi hissediyorum, bu hissediş, yazmayı kolaylaştırıyor aynı zamanda.

Roman, daha yazılırken 11. Baskıyı yapıyor, yazıldıktan sonra yazarına rüşvet destekli yeni bir roman teklifinde bulunuluyor. Afet, Suçsuzluğumu Affet’te Suçsuzluğumu Affet’i okuyor. Romandaki bu örnekleri göz önünde tutarak post-moderne nasıl bakıyorsunuz?

Post-modernin kimi imkânlarına olumlu bakmaktayım, benden önceki yazarların zekâsından, bulgularından yararlanmak, herkes gibi benim de hakkım. Ancak post-modern unsurları bir oyuna çevirmemenin gerekliliğini de biliyorum, bu bağlamda Müslüman coğrafyasından bir yazarın da romana kaynaklık etmiş Batı’ya öğreteceği şeylerin olduğunu da hissettirmek istedim, bunu başarabildim mi, bilemiyorum. Bu, devletimizin ve yayınevlerimizin gücüyle birlikte, kitaplarımızın Batı dillerine çevrilmesiyle anlaşılabilir ancak.

Suçsuzluğumu Affet’in mekansal zemini, anlatıdan veya bildiğimiz bir coğrafyadan doğmuyor. Faulkner’ın anlatıdan doğan roman coğrafyasından öte, Calvino’nun dilin imgeden güç almasıyla oluşan “Görünür” Kentlerine daha yakın sanki. Roman, adeta gökyüzünde geçiyor hissi veren bir dille kurulmuş. Sizi, bu zemini kurmaya iten Kahraman Yalın’ın sınırsızlığı mıydı, aşkın mekansızlığı mı ya da başka bir düşünce mi?

Aslına bakarsan, roman İstiklâl’de geçmekte, aşk yaşayan iki karakter de Anadolu’dan İstanbul’a, hem de İstanbul’un en bohem yeri olan Beyoğlu’na gelmişlerdir. Doğal olarak melodram yaşarlar. Romandaki gizli amacım (bilinç-altım), Batılı bir eğlence merkezini, Doğulu ve belli sınırları olan mesire yerine dönüştürmek olabilir. Bu ütopya, İstiklâl caddesinde yaşanmasına rağmen, bu aşkı gökselleştirmiş olabilir, ama uçan kuşlar da belli bir zaman sonra bir yere konarlar, imkânsız hiçbir şey yoktur. Müslümanca eğlenmenin, gezmenin tozmanın, aşk yaşamanın yollarını bulabiliriz.

Romanımızın birkaç ismi dışarıda bırakırsak son dönemde üreticisi yok sanki. Roman, hem yazarı hem de okuru tarafından tüketiliyor, gibi geliyor bana. Bu ortamda Zafer Acar’ın neden roman yazdığını merak ediyorum.

Şiirde olduğu gibi romanda da edebiyat ortamının durumu beni alakadar etmiyor. Biz, on yılları düşünerek yazmıyoruz, zaman dilimi olarak saatleri-günleri-ayları değil yüz yılları önemsiyoruz. Midelerin, tüketimden tiksindiği yıllar da gelecektir elbet. Best-seller reyonlarına bakmış olsaydım roman yazmazdım herhalde. Goethelerin, Tolstoyların, Dostoyevskilerin, Unamunoların varlığı, beni romana çekmek için yeterli. Post-modern romancıları çok beğendiğimi söyleyemem. Post-modern romancılar, bana gelecekte deneysel romancılar olarak anılacaklar gibi geliyor. Tanrı’yı inkârın sürekliliğine inanmıyorum.

Önümüzdeki süreçte yeni romanlar yazma planınız var mı?

Gerçek şu, sevgili Abdullah, şiir gibi romanın da az çok kader işi olduğunu düşünüyorum, kendini bana yazdırmak isteyen bir roman varsa çıkar gelir, ben de onu yazarım. Kapımı çalan yeni romanlar oldu, ama daha beni masamın başına oturtamadılar.


Yorum Gönder

0 Yorumlar