İNSANIN ROMANINI YAZAN ROMANCI: IŞIK YANAR
“Taşra Şairi”, Işık Yanar’ın üçüncü romanı. “Dört
Adem” ve “Şemsiye Tamircisi” ile ortaya koyduğu roman dünyasını “Taşra Şairi”
ile daha da genişletti. Roman yaratıcılığını Anadoluluk algısıyla birleştiren
Yanar, yerli olmanın bilinciyle bizim romanımızı yazıyor. O, romanlarını
geleneksel form ve bilinçle gerçekliğe en yakın seviyede kurmak ister.
Kompozisyon, kurgu ve hikaye parçalarıyla roman dünyasındaki insanların
kaderini birbirine yaklaştırırken aynı zamanda reel dünyayla da yakınlık kurar.
İnsanın romanını yazar, Işık Yanar. Anlatıcısının dahi insana yakın durduğunu
hissettiğimiz romanlardır bunlar.
“Taşra Şairi”, yalnızca içindeki şiirlerle bir
şairin romanı değil, cümle-paragraf-bölüm formuyla da şiiriyet bilinci taşıyan
bir roman. Bu formdan şiire ulaşmayı şiirin dile yönelik tasarrufuna bakmakla
daha iyi anlayabiliriz. Işık Yanar bu anlamda romanın yapısını oluştururken en
küçük birimden (kelime) en büyük birime dek (bölüm) bu ayıklamadan ve onun
sağladığı organik bütünlükten yola çıkarak romanını kurmuştur diyebiliriz. Bu
sayede salt dilden yahut anlatı unsurlarından doğan göstergeler, romanda
yığılmaya meydan vermeyecek biçimde, bu iki unsurun dengeli birlikteliğinden
oluşmuştur. “Taşra Şairi” Balzac’ın roman bilinciyle beraber bilinç-akışı
romancılarının dikkatiyle yazılmış gibidir. Bu bağlamda ilk birkaç bölümde
romanın mekanı izlenimci bir tablo gibi aktarılırken sonrasında izlemeyi
bırakan anlatıcının doğanın ve ondan ortaya çıkan ayrıntıların zerrelerine inip
onları kuşattığını hissederiz. İnsanın fokurdayan iç dünyasının buharlaşmış
silüetini görürüz anlatıcının dilinden. Betimlenen şey durağan değildir “Taşra
Şairi”nde. Zamanı da nesne ile beraber arkasına alan bir betimlemedir. Buradan
yola çıkılarak anlatıcı kişisi de bu sayede tüm roman kahramanlarının önüne
geçmiştir, denilebilir. Roman, anlatıcının meziyetleriyle koşut hale gelmiştir.
Tüm bunların bir tarafıyla ‘Tanrı-anlatıcı’nın yazara tanıdığı özgürlükten
kaynaklandığını belirtmeliyim.
Roman iki farklı hikaye ile başlıyor. Sonrasında bu iki hikayenin
başarılı bir biçimde iç içe geçişine tanık oluyoruz. Kurgu, anlatıya yalınlık
kazandıran, nesneleri ve olayları gözlemlemede son derece duyarlı ve başarılı olan
anlatıcı kişisiyle beraber “Taşra Şairi”nin ustaca kurulmuş yönlerinden biri. “Taşra
Şairi” (Yakup Gündoğdu), taşralıdır. Fakat biz onu metropolde izleriz. Hikayeye
az da olsa serpiştirilmiş taşra anıları ve tasavvurları Yakup Gündoğdu’yu
romanın bu iki mekanının arasına sokar. Taşra elbette bir arka-plan burada. Çatışma,
taşra ve metropol düzleminde yaşanmaz. Taşrada doğan kahramanın metropolde
nefes almasından doğar. Onu, burada şiirle olan duygusal ve dolayısıyla kişisel
ilişkisinden ortaya çıkan açmazlar ve beyhude çabalarla tanırız. Şiir ve diğer
edebi türlerle münasebet içinde olan roman kişileri Yakup Gündoğdu’dan ibaret
değil aslında romanda: Pastaneci Levent ve eczaneci Yücel’de edebiyatın içinde
geçmişleriyle var olurlar. Fakat görüldüğü gibi ismini zikrettiğimiz bu iki
roman kişisi bir vasıf sahibidirler: Pastaneci ve Eczaneci. Yani buralıdırlar,
yerleşiktirler. Edebiyat arkada kalmıştır onlar için. Onlar, Yakup
Gündoğdu’nun, Ali Gani ile birlikte belleğidirler! Nasıl ki Yakup Gündoğdu
metropole, onlarla ve şiirle tutunmaya çalışmışsa onlar da romana Yakup Gündoğdu
ile tutunmuşlardır. Işık Yanar bunu fark etmiş olacak ki Levent’e “ölmek
istiyorum” ifadesiyle derinlik katıp kişilik kazandırmaya çalışmıştır. Aynı
şekilde geç de olsa Yücel’e şu ifadelerle karakteristik bir özellik bahşeder
anlatıcı: “Levent, Yücel’in bu acımasızlığıyla daha önce de karşılaşmıştı;
dergide yazmayı bırakıp başka dergilerde yazmaya başladığı zamanlar, onlar
hakkında yaptığı yorumlar hep bu acımasızlığın izlerini taşıyordu… Bütün her
şeyi, hatta birisinin fazla tuz kullanmasını ya da ayakkabı rengini, inanılmaz
bir alaycılıkla ele alabilmesinin nedeni, bu çalıştırmadığı yetenekleriydi.
Aslında kendisine karşı acımasız ve alaycıydı.” ( Sf.290) Ne yazık ki biz,
anlatıcının burada anlattığı gibi bir Yücel’le karşılaşmıyoruz roman boyunca.
Hatta Yücel’e ait olan iki şiirde de iki farklı insan karakterine rastlıyoruz:
biri –evet alaycıdır fakat öteki ise içli ve derin. Şiirleri karakterler değil
de anlatıcı yazmıştır diyebiliriz bu noktada. Şiir şairinden bağımsızdır evet
ama şiir romanda kendine yer buluyorsa, romandan bağımsız olması mümkün
değildir. Buradan yola çıkarak “Taşra Şairi”ndeki şiir ve düzyazı metinlerine
olumlu bakamayacağım doğrusu. Yukarıda, romandaki anlatıcıdan yola çıkarak
tespit ettiğim tasarruf ve ayıklamadan doğan yoğun birliğin, bu metinlerle
zarar gördüğünü de söylemeliyim. Şiirler özelinde söylersem bu metinler, şiirsel
bir dil ve bakışla kurulan “Taşra Şairi”nin şiirsel öğeden en az beslenen
tarafları. “Taşra Şairi”nde neden iyi şiirler yazılmadı demiyorum elbette,
demek istediğim, bu metinlerin işlevsiz olmakla birlikte romanın genel dokusunu
tahrip ettiğidir. Ayrıca bu unsurlarla beraber ayrıntıya dayalı tasvirlerin
–son derece başarılı da olsa- roman kişilerini soyutluktan kurtaramadığını da
söylemeliyim. Tıpkı “Şemsiye Tamircisi”nde olduğu gibi bu tasvir ve imajlarla
beraber, romanın mekan unsurunun (romanın gerçeklik algısına zıt olarak) anlatı
boyunca ayaklarımızın altından kayıp gittiğini hissediyoruz. TAŞRA şairi,
mekansız kalıyor ne yazık ki. Bu durum karakter yaratma konusunda
söylediklerimle beraber anlatıcının niçin roman boyunca önde olduğunun da
göstergesi aslında. Anlatıcı tüm meziyetleriyle ortaya çıkarak nesnelere
dokunurken ve onları bu şekilde düşünen ve hisseden varlıklara dönüştürürken
aynı performansı roman kişilerine mekan yükseltisinde yer açmaya çalışırken
ortaya koyamıyor. Tanrı anlatıcı, yaratıcı olmanın verdiği özgürlüğe rağmen
kahraman ve somut mekan yaratmada sığ kalıyor “Taşra Şairi”nde.
“Taşra Şairi”nde dikkatimizi çeken bir başka
karakter ise Şefik. Şefik, Levent ile Yücel’in aksine daha bağımsız bir
karakter. Kendi problemleri ile yer bulur romanda. Bir gün gittiği parkta,
bankta otururken yanına gelip oturan ve kendisiyle diyaloga giren –diyalog diyebilirsek
tabii- bir kadından sonra arkadaşlarının da ifadesiyle değişir, kendisinden
beklenmeyecek şeyleri hayal etmeye ve yaşamaya başlar. Bu olaydan sonra
kendisine yeni kıyafetler alır ve bu yeni kıyafetler üstündeyken tekrar o
kadına rastlayacağı günü arar. Berna Moran,“Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”ın
2. Cildinde Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni eleştirirken bize Zebercet’in
otele gelen bir kadından sonraki dönüşümlerini aktarır: “Ve değişir zebercet: ‘Erkek giysileri satan bir mağazada yakışıklı,
genç bir satıcının biraz alaylı, gülümsemeli yardımıyla’ kendine yeni ceket, pantolon ve kazak alır. Bıyığını keser.
Sigaraya başlar (kadın sigara içtiği için olacak); ortalıkçı kadınla yatmaz
olur ve ilk kez onu sabah uyandırmaz, bırakır uyusun diye. Dönüşte yine otelde
kalacağına inandığı için, akşamları meçhul kadının geleceğini tahmin ettiği
saatte karşılamaya hazırlanır onu.”
(vurgu benim, A.İlhan) Şefik varoluşsal problemlerin dışında modern dünyanın
algısıyla da mücadele eder. Aldığı kıyafetlerin modaya uygun olup olmamasından
o kadar tedirgindir ki Bertan’la bir araya geldikten sonra onunla
gerçekleştirdiği diyaloglar hep bu eksendedir. Şefik’in Zebercet ile
benzerliğinde teknik anlamda “metinlerarası”lıktan söz etmek mümkün değil. Zira
son, bu iki kahramanı ayrı dünyalara gönderir. Zebercet, kadını bir daha görmez,
intihar eder, Şefik kadınla trajikomik bir etki bırakan ikinci görüşmesinden
sonra onu unutur ve hayatına hiç olmamış gibi devam eder. Yani bunlar çıkış
yolları, ruh dünyaları bir fakat sonları ayrı karakterlerdir. Anayurt Oteli’nde
roman karakter seviyesinde Zebercet’ten ibarettir diyebiliriz. Taşra Şairi’nde
ise Şefik, Bertan’ın kendi hikayesinden kopup romanın merkezine geçmesine köprü
olmanın dışında, yukarıda bahsettiğimiz varoluşsal problemlerin getirdiği
çıkmazlarla da romanın içindedir. Hatta romanın dokusu çerçevesinde Yakup Gündoğdu’nun
da önüne geçer. Bunun sebebi, bahsettiğim roman dokusunun durağanlığına karşı
kendi eylem alanıyla beraber (parktaki kadına yönelik) özel bir devinim içinde
bulunmasıdır. Gerçek anlamda romanın içinde yaşar, her ne kadar “Anayurt
Oteli”nde ikizi olsa da.
“Taşra Şairi”nde anlatı durağandır. Başka türlü söylersem hareketin ve
anın donduruculuğundan doğan çarpıcı anlatım vardır. Gerilim, dil
seviyesindedir. Yukarıda somutlaşmamasından ötürü eksiklik olarak belirttiğim
mekan unsurunun, bir açıdan da roman kişilerini bir arada tuttuğunu
söylemeliyim. Ve daha da önemli olan, bu soyut alanın romana yoğunluk katmada
çok önemli bir unsur olduğu hakikatidir. Böyle bir atmosferde anlatıcının her
hamlesi tüm roman kişilerine de bir iz olarak yansır doğallıkla. Her nüans, her
betimleme bütün roman kişilerine yansır az çok, çünkü aralarında onları
birbirlerinden ayıran sınırlar yoktur. Son söylediklerimden yola çıkarak “Taşra
Şairi”, sadece taşra şairinin romanı değil, onun olduğu kadar romanın dünyasında
nefes alan herkesin de romanı. Farklı ruh hallerindeki birçok insanın ortak
dertler bakımından tek bir insana dönüştüğü roman “Taşra Şairi”.
İşte bu yüzden insanın romanını yazmayı başarabiliyor Işık Yanar.Abdullah İLHAN
0 Yorumlar