GEZİ PARKI'NA İÇTEN VE DIŞTAN BİR BAKIŞ: 
SANATSIZLIK

Binlerce kocası var bu ülkenin, ha bire kaynağı belirsiz yeni sorunlara gebe kalmasından bıktık, kurduğu ilişkilere dikkat etmesinin vakti çoktan geçti, ama Batı’dan vazgeçemediği gün gibi ortada. Yeni nesil hâlâ Batı’yı baba biliyor, işte Gezi Parkı olayları,  tüm millete geçmiş olsun.     
Evet, son kertede irdeleyelim Gezi Parkı olaylarını, siyasetle organik bağı olmayan hemen herkes ilk başlarda destekledi, siyasi çevreler ise kendi lehlerine kullanmaya çalıştı. Söz konusu edilen ağaçtı, dolayısıyla hiçbir akl-ı selim, doğadan vazgeçip betonarmeler arasında soluk almayı seçemezdi. Gezi Parkı projesine ilk ciddi tepkiler, bilindiği üzere Ankara ve İzmir gibi betondan sıkılmış şehirlerden geldi. Ağaç üzerine yakılmış ağıtlarla o şehirleri, iktidara karşı ayaklandırmak daha kolaydı elbette. İlk aşamada haklı bir derdi dile getiren eylemciler, sonraki aşamada yerlerini provokatörlere, politikacılara bıraktı. O ortamda, öyle abartıldığı gibi marjinal grupların olduğuna inanmıyorum. Marjinal demek, bir defa yeni fikirlerle ortaya çıkmaktır. Devrimcilik de böyledir. Ben, orada 80 darbesi öncesi atılan sloganlardan başka bir şey göremedim. Biraz da sanırım, Marksist reklamcıların söz takviyesi olmuş gibi geldi bana. Marjinallik ve devrimciliğin, sevişme ve sidik kokusuyla birleşmiş yeni şeklini, eminim 68 kuşağı kabullenmekte zorlanmıştır. Gerçek devrimciler, sevgili tutmaz, halka zarar vermez, ortalığı insanlıktan çıkmış bir şekilde kirletmez.
            İktidar karşıtı güçler, hükümeti, dini kullanmakla suçlamışlardı. Diyelim ki haklılar, peki onlar, umurlarında olmayan masum ağaçları kullanmadılar mı? Üstelik ortada ağaç kesimi filan da yok, sökülen 80 ağaç, yapılması planlanan Topçu Kışlası’nın etrafına yeniden dikilecek, herhangi bir oksijen kaybı yaşanmayacak. Metroyu kullanan biri olarak, yolcuların yüzde 99’unun Gezi Parkı değil de Taksim Meydanı yönünden çıktığına yıllardır şahidim. Gezi Parkı, tekin bir yer değil çünkü. Tinerciler, baliciler ve gaylerin barınağına, adeta yatak odasına dönüşmüş durumdaydı. Hiçbir aile, oraya gidip rahat rahat gezemiyordu. Mesela bunun için eylem yapılmalıydı, yapılmadı. Ağaçların, kuşların bu durumdan rahatsız olmadığını kim iddia edebilir. Öte yandan, doğuda binlerce kardeşimiz katledildiğinde; Irak, deniz aşırı bir ülke tarafından bombardımana tutulduğunda bu devrimciler neredeydi? Biz 6. Filo olayını, Deniz Gezmişleri de hatırlıyoruz, unutmuyoruz yapılanları ve görüyoruz yapılacakları.
Can sıkan diğer bir nokta da şu: İslam fundamentalizminden sol devrimciliğe ulanan sözde radikal, Gezi Parkı’nda necasetten taharetten habersiz namaz kıldıran imamlar, iktidardan beslenip çocuklarının nafakasını temin eden ama sosyal medyada iktidara küfürler yağdıran dindar kılıklı nankörler. Siz nankörsünüz ama biz kör değiliz, hepinizi görüyoruz.
            Gezi Parkı olaylarının arkasında kimler vardı? Basında konuşulanları geçelim, siyasi ortamlara ve sokaklara kulak verelim. Yani kuliste neler oluyor, ona bakalım. Kimine göre Fransız istihbaratı ve lobisi, kimine göre Almanya, kimine göre Suriye ve İran, kimine göre, AP’nin aldığı karara bakarak tüm Avrupa ya da özel üniversiteler, üçüncü boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim adının konulmasından rahatsızlık duyan Aleviler. Bunların doğru olup olmaması çok da mühim değil, mühim olan meselelerin bu noktaya gelmesi, dış veya iç mihrakların kendilerine durumdan vazife çıkarmaları. Öyle yürümeli ki düzen, çarkların arasına girmeye teşebbüs eden parçalansın. Düzen, aslında hoş bir kelime, kötü iktidarlar yüzünden artık olumsuz çağrışımlarla zihinde beliriyor. Sonuçta, düzen karşıtlığı iyi bir şeymiş gibi taraftar buluyor. Aydınsan, sanatkârsan, kendini avangart diye konumlandırıyorsan düzenin karşısında yer almak zorundasın sanki, bunu dikte ediyorlar. Karmaşa, kendisini düzen diye sunmuş, iktidar olmuşsa mücadele vermek hakkımızdır; aksi haldeki bütün tepkiler bozgunculuktur, devlete ve millete zarar vermektir. Evet, işte bu kertede, memlekete nizam getirmek amacıyla iktidar olan hükümete bizim de önerilerimiz olacaktır.
            Tarihsel olarak bakıldığında, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ermeni ve Rumların eğlence merkezine dönüştürdüğü Beyoğlu, başıboş insanların, alkol ve uyuşturucu bağımlılarının vazgeçemediği semtlerden biri. İdealsiz nesil arzulayan cumhuriyetin ilk yılları, Beyoğlu hayatını desteklemiştir. En eski devirlerden beri iktidarlar, uyuşmuş ve dolayısıyla zararsız beyinlerden hiçbir zaman rahatsız olmamıştır. Kendine zarar insan tipi, başkasına kolay kolay zarar veremez. Mevcut hükümetin meseleye buradan bakmadığını biliyoruz, kafası çalışan, farkındalık sahibi bir nesil arzuladığının da farkındayız; lakin Beyoğlu hayatını dönüştürücü dişe dokunur hiçbir girişimde bulunmadığını, Gezi Parkı olaylarından, zorlanmadan anlıyoruz. Çünkü Gezi Parkı’nda biriken gençlerin çoğu, rutin hayatlarını İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarında sabahlayarak geçirmekteydi; Gezi Parkı’nda yatmak, onlar için bir lütuf oldu. Gaz maskesi taktıktan sonra ise biber gazı, adeta sahne dumanı gibi göründü, eğlendiler. Meselenin özü budur.
Sanırım ekonomiyi düzeltmekle uğraşan hükümet, gençleri ihmal etti. Kültürü ve sanatı eline geçirmeyen bir iktidarın kalıcı olamayacağı, su götürmez bir gerçektir. Polyannacılık yapmaya hiç gerek yok, hâlâ Batılı bir hayatın mağdurlarıdır bu gençler. Gençleri bilinçaltından tutarak dönüştürecek, özleriyle buluşturacak en etkili silah, hakikatten kopmamış kültür, düşünce ve hepsinden önemlisi sanattır. Edebiyatı, tiyatrosu, sineması, müziği, mimarisi, resmi olmayan bir medeniyeti sahiplenecek genç bulamayız.   
            Bunların farkında biri olarak elbette kenara çekilmedim. Bir şair ve yazar olarak, ilk etapta elimden geleni yaptım. Bunun dışında gençleri çekebilecek faaliyetler adına kendime yakın bulduğum vakıflar ve derneklerden destek istedim. Olmadı, uzaklarmış bana, anladım. Belli bir hukukum olan bürokrat abilere fikirlerimi sundum, Beyoğlu’nun o özgür ortamından milletine ve kültürel değerlerine sahip çıkacak, onları yaşatacak gençler çıkarabileceğimi ve enerjimi bu yola hasredebileceğimi ilettiğim halde, oralı bile olmadılar, evet veya hayır şeklinde bir cevap bile vermediler. Çünkü herkes halinden memnun, rahat koltuğunda keyifle oturmaktaydı. Biz, İslam medeniyetinin çocuklarıyız diyorlardı. Hz. Ömer’in devleti yönetirken, en dipte, kıyıda kalmış insanlara bile ulaşabilme gayretini biliyorlardı güya. Beyoğlu ve Taksim, ne bir taşra kasabası, ne de metropolün bir varoşudur; dünya kültür merkezlerinden biridir. İktidar, kendine sormalı ya da iktidara biz soralım: Niçin kültüre ve sanata küçümseyerek baktınız, Beyoğlu’na kör kaldınız.

Zafer Acar

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. sadece beyoğluna kör kalmadılar, çarşambaya da kör kaldılar, imam hatiplere de kör kaldılar, düz liselere zaten kör kaldılar. üniversitelerde avuçlarını yalıyorlar.

    YanıtlaSil