TDED 2013 ŞİİR YILLIĞI'NDAN SEÇKİN ÖRNEKLER


AYDINLATILMAYA İHTİYAÇLARI VAR: MUSTAFA FIRAT'IN "KARANLIK ŞİİRLER"İ

Karanlık şiirler Genç bir şairin Mustafa Fırat’ın dördüncü şiir kitabı. Bu sayı onun Edebiyat içre, üretken bir şair olduğunu gösterir. Salt şiir değil dergicilik faaliyetlerinde de meziyetli. Son dönemin edebiyat isimleri arasında kendine has bir yere sahip.  
Kitap altmış üç sayfa. Tek bir şiir var. Bu şiir otuz beş bölüme ayrılıyor.  1,2,3..diye sıralıyor. İsim vermiyor. Karanlık şiirler diyor onlar için. Baştan söyleyelim Fırat, istidat sahibi. Birçok dizenin altını çizdiriyor okuruna. Orijinal daha da önemlisi zekice fikir ve imgeler ortaya koyabiliyor. Karanlık Şiirler bir bütünlük içerisinde başladığı tutarlılıkla sağlıklı bir hatta ilerliyor ve finale erişiyor. Şiirler sıkı bir kompozisyonla bir birlerine bağlı, hiçbir şiir hatta bent ben niye buradayım yahu diye mırın kırın etmiyor. Kanımca Fırat, külliyatına zayıf diye içini kemirtmeyecek bir kitap eklemiş.
Kitabın bazı küçük kusurları da var elbet. Yapmış olduğu bazı alıntılar şiirde tutunma problemi yaşamış. Ayrıca dip notlarla yapılan alıntının kime ve hangi şiire ait olduğunun belirtilmesini anlayamıyorum. Bir telmih yahut nazire yapıyorsanız okur bunu bilir anlar ve şiirinizin birçok yönden büyür. Ya okur bilmiyorsa o gönderme yapılan o şiiri??? Bu surumda şiiriniz belki bürümez ancak küçülmemeli, zayıflamamalı da? Yukarı da bazı alıntılar şiirde tutunamıyor dedim. Şimdi bunu bir örnekle açalım. “ilmini bilirim vedâların\ve senin hiç bitmeyen özleminin\ içindeyken geceninve sana ait ne varsa\heşeyin bilirim ve dokurum aşk denen illetin.” İlk mısra Ali Günvar’a geri kalan mısralar Mustafa Fırat’a ait. Bunu dip notla da belirtmiş Fırat. Peki, niçin Günvar’ın dizesini kullanmış Fırat.neye gönderme yapıyor. Buna sadece şairler arası bir selamlaşmamı diyeceğiz? Anlamak mümkün değil. Hiçbir sanatsal girişimle açıklanamaz bu. Sadece şunu söyleyebiliriz. Fırat, kendisi bir dize kurmak yerine başka bir şairden dizeyi alıp şiirine yerleştirmiş. Kolaycılığa kaçmış iş böyle olunca yani söz mirin malına dönüşmeyince kitabın en güzel sözü, dizesi de Mustafa Fırat’ın değil Ali Günvar’ın olmuş.
Kitabın otuz beş bölümden oluştuğunu belirtmiştik. Bu bölümlerin hepsi üçer dörtlükten oluşuyor. Bu okumanın ortalarında okuru yormaya başlayabilir. Şekilde değişikliğin olmayışı hareketsizliğe akabinde de hantallığa sebebiyet verebilir.
Mustafa Fırat Karanlık Şiirler ile daha önceki şiirleri göz önünde bulundurulduğunda okurunu çok da şaşırtmayacak gibi gözüküyor. 2013 yılının ortalamayı yakalayan nadir kitaplarından birini yayımladı. Yeni kitabında bizi şaşırtmasını temenni ederim.       

Selim Sina Berk

           MUZAFFER SERKAN AYDIN'IN "GERÇEK RÜYA"SI

87 doğumlu bir şair Muzaffer Serkan Aydın. İlk şiir kitabı “Gerçek Rüya” adını taşıyor. Kitabın hemen başında “İçindekiler” adlı bir şiirle zekâyı görünür kılıyor Aydın. Fakat kitabın adı bu zekânın çok uzağında. Karşıtlıklar her zaman şiirsel göstergeler sunmaz. Bazen anlamsızlık ve çağrışım kıtlığına da neden olabilirler. “Gerçek Rüya” böyle bir isim. Olmaması gerektiği kadar da romantizm kokuyor. Söylemek istediği şey şu ise, ki kitabın içeriğinde sıkça rastladığımız bir duygu bu: hayat, yaşadığımız ama müdahale edemediğimiz, dokunamadığımız bir şey, gerçek bir rüya diyorsa klişe ne yazık ki klişe diyeceğiz bizde.
Kitabın ismini geçip içeriğine değinelim biraz da. Kısa, lirik, mısracı şiirler yazıyor Muzaffer Serkan Aydın. Duygunun fazlasıyla öne çıktığı şiirler bunlar. Bu yüzden de hayattan biraz kopuk. Şairin hayatı, duygulanımları merkezi bir önem kazanmış “Gerçek Rüya”da. Bunu ilk kitap olması münasebetiyle doğal karşılıyorum. Her şeye kendimizle başlarız, sonra fırsat ve zaman olursa bizden uzak olana yaklaşırız. Bu bakışla, neden “Gerçek Rüya”, gerçekliklerden (hemen hemen) hiç beslenmiyor demek biraz erken bir soru olabilir. Şairin kendini, gerçek rüyasını tanımasına müsaade edelim. Ki bu eksikliğin ileride giderileceğinin de ufaktan sinyalleri yok değil: “ devlet karşılamıyor, / anasını gömen oğulların acısını” (Hüvelbaki, sf.33), “ merdivenler bile yürürken / kim durabilir eskisi gibi?” (Kumkapı’da Bir Frenk Hapishanesi, sf.30), “gömülmek için yerin altından çıkarılan madenci / görse hâlimi, en çok da o gülerdi.” (Yatarak Müdahale, sf.28). Bunlar ince duyarlıkların işaretleri, şairane duyuşlar. Yaz(a)madıklarını böylece geçtikten sonra yazdıklarına bakalım Aydın’ın. Psikanaliz yapmayacağım fakat şunu söylemeden de geçmek istemem: içine, kendine kapanık bir şiir yazmasından şairin de bu karakteri taşıyıp taşımadığı sorusu aklıma geliyor. Şiir ya da şair birilerinin ısrarla söylediği gibi kendine yönelmez. Dışarılık, kendinden ötesini görmek şairin asıl işidir bence. Başkalarını görmektir biraz da şairlik. Bu bağlamda Muzaffer Serkan Aydın şiirindeki göstergeler, imajlar soyuta çok yakın yerlerde dolaşıyorlar. Daha net biçimde söylersem, okura değil şaire seslenen imajlar bunlar. Hayata giremeyen de diyebiliriz. T.S. Eliot’ın nesnel karşılık kuramına yanıt veremiyorlar yani. Bir de içinde bulunduğu ortamın, ağabeylerinin şiirine kaptırmamalı kendini şair. Bu tehlike de Muzaffer Serkan Aydın’ı düşündürmeli.

Abdullah İlhan

EMEL İRTEM’İN “SANA SEVİYEM”İ

Emel İrtem’in (1969) “sana seviyem” (İkaros Yay.) adlı şiir kitabı, daha ziyade hedonist şiir örnekleri görmek isteyenlerce okunması gereken bir bütünlük. Bu sıklıkta beden güzellemesi içeren bir kitapla son yıllarda pek karşılaşmamıştım, maddeye tapınmış bir şiir kişisi var bu kitapta, ne diyor Emel İrtem: “Bedenim vardı bir vakit/Benim kutsal tapınağım”. Nurduran Duman ya da Gonca Özmen’in şiirlerinde de hedonist ifadelerle karşılaşırız, fakat onlar yine çoğunlukla imgelerin arkasından, dilde az çok bir estetik tat bırakarak konuşuyorlardı. Emel Güz ise neredeyse Nihilist diyeceğim bir tavırla poetik kaygılardan sıyrılıp ahlaki değerlere savaş açmış durumda: “Hiç de hayata ait değil kahkaha/Annem demişti mukayyet ol ağzına/Çok gülme çok konuşma çok görünme/Yoksa seni vereğen sanırlar a kızım/İnsana önce hayâ lazım../İşte böyle dedi de ben kızdım/Ne alaka diye” (s.12) Onda ölüm korkusu bile (“Öleceğiz/Bir geminin yelkenini indirmeden/Doya doya bir sevgilinin ağzını içmeden”), coğrafi durumlar bile (“Ayıp değil, kabahat değil mutlaka/Antarktika da bir gece altı ay sevişeceğiz..”) cinselliğin penceresinden değerlendiriliyor. Eleştiri normlarını bırakıp Ülkü Tamer’in şiirleri için hakimleri iş başına çağıran Mehmet Kaplan’ın duruma düşmek istemiyorum, cinselliğin hayatın bir parçası olup şiirde işlenebilir bir alan olduğunu kabul ediyorum fakat sanatın tek bir alana sıkıştırılmasına da itiraz ediyor, buradan kalıcı eserler çıkarılamayacağını düşünüyorum. Toplumun ahlaki değerleriyle de kavga edilebilir şüphesiz, edebiyat tarihinde bunun sayısız örneği var; ancak neyi işlersek işleyelim büyük perspektiften işleyelim, derim. Emel İrtem, Ece Ayhan’dan çok daha açık yazmasına rağmen temalarından ve “Cehennet” (s.23), “Karaşın Güzel” gibi şiir başlıklarından da çıkarabileceğimiz gibi onun izinde ilerliyor. “Benim gözlerim kuyu, her gören içine düşer” (s.24) ve “(…) göğsümü yarıp içindeki acıyı göstereceğim.” gibi tek tük güzel mısraları da var Emel İrtem’in. Bununla beraber, birçok kıymetli şairimiz Türkçenin sınırları dışına çıkamamışken onun biyografisinden öğrendiğimize göre İngilizce, Arapça, Arnavutça ve Bulgarcaya çevrilmiş olması sizce de tartışılması gereken bir durum değil midir?  

Aykut Nasip Kelebek


Yorum Gönder

0 Yorumlar