AYDINLATILMAYA
İHTİYAÇLARI VAR: MUSTAFA FIRAT'IN "KARANLIK ŞİİRLER"İ
Karanlık
şiirler Genç bir şairin Mustafa Fırat’ın dördüncü şiir kitabı. Bu sayı onun
Edebiyat içre, üretken bir şair olduğunu gösterir. Salt şiir değil dergicilik
faaliyetlerinde de meziyetli. Son dönemin edebiyat isimleri arasında kendine
has bir yere sahip.
Kitap
altmış üç sayfa. Tek bir şiir var. Bu şiir otuz beş bölüme ayrılıyor. 1,2,3..diye sıralıyor. İsim vermiyor.
Karanlık şiirler diyor onlar için. Baştan söyleyelim Fırat, istidat sahibi.
Birçok dizenin altını çizdiriyor okuruna. Orijinal daha da önemlisi zekice
fikir ve imgeler ortaya koyabiliyor. Karanlık Şiirler bir bütünlük içerisinde
başladığı tutarlılıkla sağlıklı bir hatta ilerliyor ve finale erişiyor. Şiirler
sıkı bir kompozisyonla bir birlerine bağlı, hiçbir şiir hatta bent ben niye
buradayım yahu diye mırın kırın etmiyor. Kanımca Fırat, külliyatına zayıf diye içini
kemirtmeyecek bir kitap eklemiş.
Kitabın bazı küçük kusurları da var
elbet. Yapmış olduğu bazı alıntılar şiirde tutunma problemi yaşamış. Ayrıca dip
notlarla yapılan alıntının kime ve hangi şiire ait olduğunun belirtilmesini
anlayamıyorum. Bir telmih yahut nazire yapıyorsanız okur bunu bilir anlar ve
şiirinizin birçok yönden büyür. Ya okur bilmiyorsa o gönderme yapılan o
şiiri??? Bu surumda şiiriniz belki bürümez ancak küçülmemeli, zayıflamamalı da?
Yukarı da bazı alıntılar şiirde tutunamıyor dedim. Şimdi bunu bir örnekle
açalım. “ilmini bilirim vedâların\ve senin hiç bitmeyen özleminin\ içindeyken
geceninve sana ait ne varsa\heşeyin bilirim ve dokurum aşk denen illetin.” İlk
mısra Ali Günvar’a geri kalan mısralar Mustafa Fırat’a ait. Bunu dip notla da
belirtmiş Fırat. Peki, niçin Günvar’ın dizesini kullanmış Fırat.neye gönderme
yapıyor. Buna sadece şairler arası bir selamlaşmamı diyeceğiz? Anlamak mümkün
değil. Hiçbir sanatsal girişimle açıklanamaz bu. Sadece şunu söyleyebiliriz.
Fırat, kendisi bir dize kurmak yerine başka bir şairden dizeyi alıp şiirine
yerleştirmiş. Kolaycılığa kaçmış iş böyle olunca yani söz mirin malına
dönüşmeyince kitabın en güzel sözü, dizesi de Mustafa Fırat’ın değil Ali
Günvar’ın olmuş.
Kitabın otuz beş bölümden oluştuğunu
belirtmiştik. Bu bölümlerin hepsi üçer dörtlükten oluşuyor. Bu okumanın
ortalarında okuru yormaya başlayabilir. Şekilde değişikliğin olmayışı
hareketsizliğe akabinde de hantallığa sebebiyet verebilir.
Mustafa Fırat Karanlık Şiirler ile daha
önceki şiirleri göz önünde bulundurulduğunda okurunu çok da şaşırtmayacak gibi
gözüküyor. 2013 yılının ortalamayı yakalayan nadir kitaplarından birini
yayımladı. Yeni kitabında bizi şaşırtmasını temenni ederim.
Selim Sina Berk
MUZAFFER SERKAN AYDIN'IN "GERÇEK RÜYA"SI
87 doğumlu bir şair Muzaffer Serkan Aydın. İlk şiir
kitabı “Gerçek Rüya” adını taşıyor. Kitabın hemen başında “İçindekiler” adlı
bir şiirle zekâyı görünür kılıyor Aydın. Fakat kitabın adı bu zekânın çok
uzağında. Karşıtlıklar her zaman şiirsel göstergeler sunmaz. Bazen anlamsızlık
ve çağrışım kıtlığına da neden olabilirler. “Gerçek Rüya” böyle bir isim.
Olmaması gerektiği kadar da romantizm kokuyor. Söylemek istediği şey şu ise, ki
kitabın içeriğinde sıkça rastladığımız bir duygu bu: hayat, yaşadığımız ama
müdahale edemediğimiz, dokunamadığımız bir şey, gerçek bir rüya diyorsa klişe
ne yazık ki klişe diyeceğiz bizde.
Kitabın ismini geçip içeriğine değinelim biraz da. Kısa,
lirik, mısracı şiirler yazıyor Muzaffer Serkan Aydın. Duygunun fazlasıyla öne
çıktığı şiirler bunlar. Bu yüzden de hayattan biraz kopuk. Şairin hayatı,
duygulanımları merkezi bir önem kazanmış “Gerçek Rüya”da. Bunu ilk kitap olması
münasebetiyle doğal karşılıyorum. Her şeye kendimizle başlarız, sonra fırsat ve
zaman olursa bizden uzak olana yaklaşırız. Bu bakışla, neden “Gerçek Rüya”,
gerçekliklerden (hemen hemen) hiç beslenmiyor demek biraz erken bir soru
olabilir. Şairin kendini, gerçek rüyasını tanımasına müsaade edelim. Ki bu
eksikliğin ileride giderileceğinin de ufaktan sinyalleri yok değil: “ devlet
karşılamıyor, / anasını gömen oğulların acısını” (Hüvelbaki, sf.33), “
merdivenler bile yürürken / kim durabilir eskisi gibi?” (Kumkapı’da Bir Frenk Hapishanesi,
sf.30), “gömülmek için yerin altından çıkarılan madenci / görse hâlimi, en çok
da o gülerdi.” (Yatarak Müdahale, sf.28). Bunlar ince duyarlıkların işaretleri,
şairane duyuşlar. Yaz(a)madıklarını böylece geçtikten sonra yazdıklarına
bakalım Aydın’ın. Psikanaliz yapmayacağım fakat şunu söylemeden de geçmek
istemem: içine, kendine kapanık bir şiir yazmasından şairin de bu karakteri
taşıyıp taşımadığı sorusu aklıma geliyor. Şiir ya da şair birilerinin ısrarla
söylediği gibi kendine yönelmez. Dışarılık, kendinden ötesini görmek şairin
asıl işidir bence. Başkalarını görmektir biraz da şairlik. Bu bağlamda Muzaffer
Serkan Aydın şiirindeki göstergeler, imajlar soyuta çok yakın yerlerde
dolaşıyorlar. Daha net biçimde söylersem, okura değil şaire seslenen imajlar
bunlar. Hayata giremeyen de diyebiliriz. T.S. Eliot’ın nesnel karşılık kuramına
yanıt veremiyorlar yani. Bir de içinde bulunduğu ortamın, ağabeylerinin şiirine
kaptırmamalı kendini şair. Bu tehlike de Muzaffer Serkan Aydın’ı düşündürmeli.
Abdullah İlhan
EMEL İRTEM’İN “SANA
SEVİYEM”İ
Emel
İrtem’in (1969) “sana seviyem” (İkaros Yay.) adlı şiir kitabı, daha ziyade
hedonist şiir örnekleri görmek isteyenlerce okunması gereken bir bütünlük. Bu
sıklıkta beden güzellemesi içeren bir kitapla son yıllarda pek
karşılaşmamıştım, maddeye tapınmış bir şiir kişisi var bu kitapta, ne diyor Emel
İrtem: “Bedenim vardı bir vakit/Benim kutsal tapınağım”. Nurduran Duman ya da
Gonca Özmen’in şiirlerinde de hedonist ifadelerle karşılaşırız, fakat onlar
yine çoğunlukla imgelerin arkasından, dilde az çok bir estetik tat bırakarak
konuşuyorlardı. Emel Güz ise neredeyse Nihilist diyeceğim bir tavırla poetik
kaygılardan sıyrılıp ahlaki değerlere savaş açmış durumda: “Hiç de hayata ait
değil kahkaha/Annem demişti mukayyet ol
ağzına/Çok gülme çok konuşma çok görünme/Yoksa seni vereğen sanırlar a
kızım/İnsana önce hayâ lazım../İşte böyle dedi de ben kızdım/Ne alaka diye”
(s.12) Onda ölüm korkusu bile (“Öleceğiz/Bir geminin yelkenini indirmeden/Doya
doya bir sevgilinin ağzını içmeden”), coğrafi durumlar bile (“Ayıp değil,
kabahat değil mutlaka/Antarktika da bir gece altı ay sevişeceğiz..”)
cinselliğin penceresinden değerlendiriliyor. Eleştiri normlarını bırakıp Ülkü
Tamer’in şiirleri için hakimleri iş başına çağıran Mehmet Kaplan’ın duruma
düşmek istemiyorum, cinselliğin hayatın bir parçası olup şiirde işlenebilir bir
alan olduğunu kabul ediyorum fakat sanatın tek bir alana sıkıştırılmasına da
itiraz ediyor, buradan kalıcı eserler çıkarılamayacağını düşünüyorum. Toplumun
ahlaki değerleriyle de kavga edilebilir şüphesiz, edebiyat tarihinde bunun
sayısız örneği var; ancak neyi işlersek işleyelim büyük perspektiften işleyelim,
derim. Emel İrtem, Ece Ayhan’dan çok daha açık yazmasına rağmen temalarından ve
“Cehennet” (s.23), “Karaşın Güzel” gibi şiir başlıklarından da
çıkarabileceğimiz gibi onun izinde ilerliyor. “Benim gözlerim kuyu, her gören
içine düşer” (s.24) ve “(…) göğsümü yarıp içindeki acıyı göstereceğim.” gibi
tek tük güzel mısraları da var Emel İrtem’in. Bununla beraber, birçok kıymetli
şairimiz Türkçenin sınırları dışına çıkamamışken onun biyografisinden öğrendiğimize
göre İngilizce, Arapça, Arnavutça ve Bulgarcaya çevrilmiş olması sizce de
tartışılması gereken bir durum değil midir?
Aykut Nasip Kelebek
0 Yorumlar