Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Şiir Yıllığı 2014, Mart ayında Dil ve Edebiyat Dergisinin hediyesi olarak raflardaki yerini alacak. Şimdilik yıllıktaki bazı poetik metinlerden tadımlık paylaşımlarda bulunuyoruz.
Zafer Acar'dan
Enver Ercan'ın Erotik İronik Şiiri
80
kuşağı içerisinde bir yere koymak pek kolay değil Enver Ercan’ı, ki bu kuşağın
şairleri de benimsemekte zorlandı, zorlanıyor. Kendine has bir şiir yazdığı
için mi, değil elbette. Sanki onun ironisi, espri; yalınlığı ise basitlik
olarak değerlendirildi. 80 kuşağı şairlerinin çoğu biçimciydi, şiiri yapılan
bir şey olarak görüyorlardı. İronik şiirler ise birdenbire öz-yapısıyla gelir,
kendisiyle fazla oynanmasına müsaade etmez. Yahya Kemal, Hilmi Yavuz gibi şiiri
biçim olarak gören şairlerin şiirleri mermer gibidir, ironiyi merkezine
koyanlara, bu iki şair mermer kadar sert ve soğuk gelir, ironinin şairleri ise
onlara ciddiyetsiz görünür. Kişilik-zevk meselesi bu. Ama ilginç bir şekilde
Enver Ercan, poetikasını Yahya Kemal titizliğine yaklaştırıyor: “…şiirin içinde
imgelerle yürümek benim meşrebimde var. Düzayak şiirleri okuyamam bile. Az şiir
yazmam bu yüzden aslında. İç dökmek, dert anlatmak benim harcım değil. Yoksa
inan her gece beş şiir yazarım rahatlıkla. Şiir demek bir yapı kurmak demek
benim için. O yapıyı da beklenmedik sözcüklerle, imgelerle inşa etmek. … Şiir
tercihin bir yapı inşa etmek olunca iş zorlaşıyor ister istemez.” (2014, 127; Söyleşi
Yapan: Öner Ciravoğlu). Enver Ercan kendi sözlerini yine kendi feshedercesine
çelişik konuşuyor: “Hep tembel
olduğumu düşünmüşümdür. Belki de içdisiplinimi yeterince geliştiremedim.”
(Söyleşi Yapan: Murat Tuncer), “Evet, uzun aralıklarla kitap yayımlayan az yazan
biriyim. Ama son üç ayda 14 şiir yazmış olmamı nasıl açıklayacağız o zaman. 10
yılda yazdıklarımdan fazla.” (2014, 122; Söyleşi Yapan: Bahanur Garan). Bence
bu son söyledikleri onun şiiriyle daha fazla örtüşüyor.
Hayriye Ünal'ın Köksap Poetikasına Karşı Şiiri
Hayriye Ünal’ın şiiri artık olgunluk yaşlarına erişmiş durumda, birçok dergide ele alındı, solun merkezi dergileri de ona bigane kalmadı, çoğu kez onore edildi, tabii saldırılara da uğramadı değil. Hepsi birer verim olarak önümüzde duruyor. Peki bir sonuca ya da aydınlığa kavuştu mu HayriyeÜnal şiiri, kavuşmadı, bir empresyonist tablo gibi flu halde duruyor karşımızda...
Onca poetik metinle aradığı çoksesli şiiri, bilinçakışı –otomasyon- tekniğiyle yazılan “Kaçtır Saymıyorum Ama Oldukça Fazla”da (2010, 15) yakalamışa benziyor Ünal. Sonuçta bir keşiften söz edemiyoruz, yüzyılı aşkın bir süredir varlığından haberdar olduğumuz bilinçakışına çıkıyor çoksesli şiir, kimi yanlarıyla ise post-moderni hatırlatıyor bize. Birkaçı hariç şiirlerinin hemen hemen hepsi birbirine bağlı mısralarla –anjambman- bir bütünlük içerisinde ilerliyor. Yine onun “Gerekli Açıklama” adlı şiir kitabının 5 bölümlük “Sabuklamalar”ı ile İngeborg Bachmann’ın “Marina” adlı romanı arasında üslup bakımından yakınlıklar bulduğumu belirtmeliyim. Hayriye Ünal, post-modern roman ve roman kuramcılarına yakınlık duyduğu ve onları refere ettiği için de eleştirilmiştir. Aslında post-modern roman, şiirseldir ve şiirden beslenir, belki de bu yanıyla Hayriye Ünal’a çekici gelmiş, oradaki şiirselle irtibat kurmuştur. Şairin başka sanat türlerinden yararlanması doğal karşılanmalı, ki bu durum yeni bir şey de değildir edebiyatımızda.
Hayriye Ünal’ın şiiri artık olgunluk yaşlarına erişmiş durumda, birçok dergide ele alındı, solun merkezi dergileri de ona bigane kalmadı, çoğu kez onore edildi, tabii saldırılara da uğramadı değil. Hepsi birer verim olarak önümüzde duruyor. Peki bir sonuca ya da aydınlığa kavuştu mu HayriyeÜnal şiiri, kavuşmadı, bir empresyonist tablo gibi flu halde duruyor karşımızda...
Onca poetik metinle aradığı çoksesli şiiri, bilinçakışı –otomasyon- tekniğiyle yazılan “Kaçtır Saymıyorum Ama Oldukça Fazla”da (2010, 15) yakalamışa benziyor Ünal. Sonuçta bir keşiften söz edemiyoruz, yüzyılı aşkın bir süredir varlığından haberdar olduğumuz bilinçakışına çıkıyor çoksesli şiir, kimi yanlarıyla ise post-moderni hatırlatıyor bize. Birkaçı hariç şiirlerinin hemen hemen hepsi birbirine bağlı mısralarla –anjambman- bir bütünlük içerisinde ilerliyor. Yine onun “Gerekli Açıklama” adlı şiir kitabının 5 bölümlük “Sabuklamalar”ı ile İngeborg Bachmann’ın “Marina” adlı romanı arasında üslup bakımından yakınlıklar bulduğumu belirtmeliyim. Hayriye Ünal, post-modern roman ve roman kuramcılarına yakınlık duyduğu ve onları refere ettiği için de eleştirilmiştir. Aslında post-modern roman, şiirseldir ve şiirden beslenir, belki de bu yanıyla Hayriye Ünal’a çekici gelmiş, oradaki şiirselle irtibat kurmuştur. Şairin başka sanat türlerinden yararlanması doğal karşılanmalı, ki bu durum yeni bir şey de değildir edebiyatımızda.
Yine Batılı düşünürlerden yola çıkarak kimi yönleriyle post-modernizmi
hatırlatan sonuçlara varıyor Ünal: “Jeff Vail, ‘Güç Kuramı’
adlı yazısında, Deleuze ve Guattari ikilisine dayanarak, hiyerarşik olmayan bir
toplum yapısını rizom (köksap) sözüyle betimliyor. Bu amacımızla örtüşen çeşitli anlamları
içeriyor. Çoksesli şiirin türünün en heterojen örneği olma iddiasıyla kavramsal
denkliği ilgimizi çeken köksap, yapısız ve göçebe oluşun terimleşmesidir. (69) Bu
bölüm, onun “Postmodern Stratejiler ve Yöntem Sorunu Üzerine” yazısıyla
karşılıklı okunduğunda aralarındaki benzerlikler daha net görülecektir. Şiirin
belirsizlik üzerinden gitmesi gerektiğini düşünürken çoksesli şiir ile teksesli
şiirin kurallarını (2011, 80-1) karşılaştırarak bir tablo halinde sıralıyor:
Sınırları belli bir şiir çıkıyor ortaya. Öte yandan son zamanlarda sıkça dile
getirilen göçebelik, bir yerde kalıcı anlamına gelir ki, geçicilikle
eşanlamlıdır bence. Göçebe toplumlardan geriye eser kalmamıştır, çadır kumaşı
ne kadar dayanabilir ki zamana. Türkler, Uygurlarla yerleşik hayata geçmiş,
ciddi anlamda yazıyla buluşmuş, bu dönemden sonra geleceğe kalacak metinler
üretmişlerdir. Dini metinlerdir bunların çoğu, ama unutulmamalıdır ki dini
metinler, toplum tarafından kutsiyetlerine binaen daha fazla muhafaza
edilmiştir, din ile edebiyat birleşince kalıcılık ihtimali daha da artıyor.
Şiir, taş ustalığına-mimariye çok daha yakın bir türdür. İşte Göktürkler bize
yalnızca kısmen silinmiş taş yazıtlar bırakmıştır. Çok daha gerilere gidip Eski
Yunanlıların şehir hayatına soktukları, şehrin altyapısını oluşturan mermer
medeniyetini hatırlayalım. Göçebelik, hiçbir yerde ve hiçbir türe tutunamamak
anlamına gelir, bu yönüyle post-modern zihinler tutunamamak eylemine tutunmaya
çalışırlar, sonuçta bir şeye tutunmayı başardıysanız post-modern değilsinizdir.
Bir göçebeden gezi yazıları bekleyebiliriz ancak.
Aykut Nasip
Kelebek'ten
2014’te
“Gelecek ve Diğer Meseleler” adlı dördüncü şiir kitabını çıkardı İsmail
Kılıçarslan, kuşağının bilindik şairlerinden ama bu bilinirliği şiirlerinden
çok televizyon programcılığı, belgeselciliği gibi yönleriyle sağladığı
malumumuz. Şiir kitaplarını yeniden topluca okurken altını çizdiğim mısralar,
sevdiğim bazı şiirler oldu ancak vardığım sonuç onun mutedil bir şair olduğu
yönünde. Şiirin tekniği üzerine düşünüp biçimsel arayışlara girişmiş, rahat bir
dille yazmaya çalışmış, genelde gündelik şeylerle ilgilenmiş Kılıçarslan; büyük
temalara giriştiğinde ise bazı poetik sıkıntılarla karşılaşmış. “Amerika sen
busun orospu çocuğusun” gibi under-ground
mısralar yerine daha olgun ve soylu ifadeler tercih edilebilirdi. “tamam peki
on bir eylül tamam peki usame/tamam peki müdahale tamam peki felluce” gibi bir dille
kalıcı şiirler yazmak zordur, dünyayı cehenneme çeviren bir yapı bu algılayışla
hissedilemez, hissettirilemez; bir de Allen Ginsberg’ün Amerika’sındaki
sahiciliği, Necat Çavuş’un bizde pek gündeme getirilmemiş Amerika’sındaki
masumiyeti düşünün. Kuşağının görece politik şairlerinden İsmail Kılıçarslan ta
ilk şiir kitabı “Portakal Turta Bir de Kirpi”de ideolojisini, cemaatini,
ustalarını belirlemiş; Sezai Karakoç’a, Ahmet Murat’a ithaf edilen şiirler, “biz
bir sıkılgan ümmetiz işte” gibi mısralar da bunun açık göstergeleri arasında. Son
kitabında siyasi tavır iyice öne çıkmış.
Hüseyin
Alemdar’dan “Şifalı Taşlar”
Kültürümüzü, edebiyat tarihinin arketiplerini
şiirinde işleyen bir şair Hüseyin Alemdar, “Her Aşk Yedisine Çağrıldığı Gece
İntihar Eder” şiirindeki şu mısralar bu bağlamda düşünülebilir: “Leylâ ile
Mecnun’a sor dünya yara, aşk da ölüm de kanar!” (s.10), “Aşk yara, nişan ve
nikâh kuytu beğenmektir gelinim” (s.11) Bununla birlikte Alemdar, evrenselliği
öne alan, Doğu’yla Batı’yı bir arada düşünen bir şair, “Suç yok ceza da/salt ve
satıh Dostoyevski var/Leylâ ile Mecnûn dâhil her şey bir kaza aslında”
mısraları tespitimi destekler niteliktedir. Onu yoğun metinler-arası ilişkiler (inter-textuality)
kuran, Doğu ve Batı’yı aynı potada eriten ve geleneksel biçimleri değerlendiren
tutumuyla kuşağının şairlerinden Haydar Ergülen’e yakın buluyorum. Son
kitabında giderek artan hayata ve ölüme ilişkin bilgece ve meta-fiziksel
yaklaşımları ise İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy gibi şairlerle birlikte
düşünmemize yol açıyor. Bütün bunların ötesinde, Hüseyin Alemdar, Türkçenin
şairi, kendinden öncekileri kucaklayan, bambaşka poetik anlayışlardan şairleri
bir arada değerlendirebilen bir şair; bu da onun şiirlerinden dilimizdeki
binlerce yıllık o şiir tadını almamızı sağlıyor.
Abdullah İlhan'dan
Can Bahadır
Yüce; Yaslı Mızıka, Uzakta Beyaz, Unuttum Dünya
Can
Bahadır Yüce’nin daha evvel yayımlanmış üç şiir kitabı (“Yaslı Mızıka”, 2000; “Uzakta
Beyaz”, 2002; “Unuttum Dünya”, 2008) 2014 yılında Everest Yayınlarınca tekrar
basıldı. Özellikle “Yaslı Mızıka” şair 19 yaşındayken basıldığında hayli
ilgiyle karşılanmıştı. Hilmi Yavuz’un “…Ve birçok bakımdan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ilkgençliğini anımsatıyor” dediği,
Abdülkadir Budak’ın “karşısında kravatını düzelttiği” Yüce bugün bu rüzgar
dinmişken, daha da önemlisi üç kitabı birden tekrar basılmışken
değerlendirilmeli kanısındayım.
İlk kitabından; Attila İlhan, Hilmi Yavuz ve
Dağlarca’yla irtibatlandırıldığı “Yaslı Mızıka”dan başlamak doğru olacaktır.
Öncelikle söylemeli: Ne Hilmi Yavuz’un zekice biraz da kurnazlıkla dikkatleri
Dağlarca’ya yöneltmesinin tam anlamıyla bir gerçekliği var ne de “korsan,
deniz, liman vs.” matrisleriyle “Yaslı Mızıka”da Attila İlhan’ı net bir şekilde
görebilme imkânımız. Özellikle üç bölüme ayrılan kitabın “Ada Yalnızlığı” adını
alan bölümünde, şairin buradaki şiirleri yazarken yalnız olmadığını, ‘ada’da
yanına Hilmi Yavuz şiirini aldığını görürüz. Yavuz’un Dağlarca benzetmesi belki
“Yatılı Okul Günleri” adlı bölümdeki şiirlerde nispeten görülebilir, ama
çocuk-çocukluk-gök merkezli imajlar üzerinden kurulmuş, bizi Dağlarca’ya
götürebilecek şu mısralara: “gökle oyalanırdı her suskun çocuk,” (İlk Aşklar,
44), “gökyüzünün altında oturan çocuk” (Turkuvaz, 46), “başka çocuklarla
ağlamak yok artık” (Dörtbinbeş, 53) rağmen bu şiirlerdeki atmosfer, şiir dili
ve kafiyeleme biçimi de Hilmi Yavuz’dan peydahlanmış gibidir.
Fatih Balcıoğlu'ndan
"Baykuşta
Yangın Tekrarı"
''Baykuşta Yangın
Tekrarı'', Eşref Yener'in ilk kitabı. 2013 Cemal Süreya Şiir Ödüllerinde dosya
dalında özendirme ödülüne ''değer bulundu.'' Aklıma basketbol efsanesi Dikembe
Mutombo'nun bir sözü geldi: ''Eğer asansörle 8. kata çıktıysanız, asansörü
tekrar giriş kata gönderin. Başka biri de yükseklere çıkmak isteyebilir.''
Sanırım Cemal Süreya Ödülleri, ''asansörü''
kamuya açık bir alanda değil, daha çok aynı
aile bireylerinin kullandığı tapulu bir eşya gibi. Ödüller güzeldir. Şiiri
bilmeyen okuyucu için kapakta yazılan ''Bu Güzel Kitap Haberin Ola Şiir Ödüllü
(!)'', okuyucunun cebinden 10 lira azalmasına, çantasında 20 cm yer kaplamasına
ve hayatından 6-7 saat çalınmasına sebep olur. Yazarı için de o ödül,
biyografisinin bir cümle şişmesi demektir, daha fazlası değil. Ödüllere çok
fazla önem veren şiir değerlendirmecilerimiz (sadece bu kelime karşılıyor o
kişileri) var. Belki kendileri de ödül ''aldıkları'' için olabilir, bilmiyorum.
Ama bu işe artık bir son vermeleri lazım. Ya bu işi edebiyat konjonktürünü iyi
bilen ve gelecek nesillere bir kitap değil, bir yazar bırakmak isteyen kişilere
bıraksınlar ya da ödüller için boş yere masraf yapmasınlar. Ödüllere değer
veren değerlendirmecilerimiz pişirip pişirip 1946 CHP Şiir Ödüllerini savunma
olarak kullanmasınlar. Neymiş? Cahit Sıtkı birinci, Attilâ İlhan ikinci, Fazıl
Hüsnü Dağlarca üçüncü olmuş. Tamam da, prestijli diye addedilen en az 3 ödül
var. Her birini yirmi yıldan hesaplasak, 60 ödülde bir Cahit Sıtkı çıkarmak
övünülecek şey mi utanılacak şey mi? Prestij katan ne?
0 Yorumlar