Öncesi
Toplumumuzun dinle ilişkisini hep düşünmüş, bu
husustaki samimiyetimizi sürekli sorgulamışımdır; bunda Müslüman bir ailede yetişmiş olmamın payı büyük. Abdest almayı,
namaz kılmayı, namaz kılmaya yetecek sure ve duayı, orucun mideyi aç bırakmak
değil gönlü tok tutmak olduğunu öğrendiğimde ilkokul birinci sınıf
öğrencisiydim. Bugün yetişkinlerin namaz kılmayı bilmediğini öğrendiğimde
yaşadığım şaşkınlık ve üzüntü bununla ilgili. Yakın çevremden başlayarak
aileleri gözlemlediğimde çocuklara dini eğitim verme geleneğinin kaybolmaya yüz
tuttuğunu da aynı acıyla seyrediyorum. Daha anaokulundaki çocuklarımıza yabancı
dil eğitimi veriyor, tiyatro-sinemaya alışkanlığı kazandırmaya çalışıyor
–bunlar da güzel elbette- ancak her iki dünyaları için de gerekli dini
bilgileri ihmal ediyoruz. Bu, yalnızca dini değil dinin kapsadığı ahlakı da
ıskalamamıza neden oluyor. Kendimi şanslı sayıyorum; dedemin, annemin dini
kaygılarla anlattığı basit kıssadan hisseler, daha çocukluğumda kanıma
karışacak, Allah’a ve insanlara karşı sorumluluk bilincini adeta doğar doğmaz
ruhuma işleyecekti. Bu kıssaları sadece 2000 sonrasının çocuklarıyla değil
kendi yaş grubumdan arkadaşlarımla paylaştığımda da aynı alaycı gülümsemeyle
karşılaşıyorum, bu elbette onların yüksek (!) dini bilgilerinden değil bu
anlatıları hiç işitmemiş, o kültürel iklimden bütünüyle kopmuş olmalarından
kaynaklanıyor. İzinsiz yediği elmanın sahibine karşılığında yedi yıl hizmet
eden zatın menkıbesini türlü operasyonlarla toplumun elinden aldık, peki yerine
bir şey koyabildik mi? Yerine yerli yabancı dizilerdeki gayri ahlaki
ilişkileri, bitmez tükenmez para, kariyer hırsını koyduk maalesef. Ağaç yaşken
eğiliyor, ergenlik yaşlarından sonra bu dünyanın bisiklet sürmek, yüzmek,
yabancı dil öğrenmek gibi işlerini halletmek nasıl zorsa, öte dünyanın işlerini
öğrenip içselleştirmek de öyle zordur. Mevcut durumdan dindarlığın giderek
kaybolacağı sonucunu çıkarmak istemiyorum, buna insanın dili varmıyor ancak
vaziyetin iyi gitmediği de ortada.
Hacca gitmek, burada itiraf ediyorum, benim dünyamda diğer ibadetler kadar yer
etmemişti; nasıl desem, Kaf Dağı’na gitmek gibi bir şeydi benim için. Ailemden
hacceden bulunmaması bunda etkili olabilir ama bu duyguyu yaşamamda daha başka
faktörlerden de söz edilebilir. Bir defa yüz yıl evveline kadar halifenin güneşi
altında olan Hicaz bölgesi, bugün küresel güçlerin gölgesinde yönetiliyor.
Suudların genel politikalarının, emperyalist devletlerle temasının ve bizimle
ilişkilerinin iç açıcı olmadığını söylemeye gerek yok. Umrede olduğum sırada
–konumuza yavaş yavaş giriyoruz- bir diğer Müslüman ülke Yemen’le savaş
içerisindeydi mesela. Bizi Medine’den Mekke’ye götüren rehberimiz, doğumuzda
Kızıldeniz’in olduğunu söylüyor, kuzeyimizde ise acı bir gülümsemeyle Yemen’in
bulunduğunu ancak savaş olduğundan oraya gidemeyeceğimizi belirtiyordu.
Türkiye’ye döndüğümdeyse savaşta Yemen'i destekleyen İran’ın, vatandaşlarına
umre yasağı koyduğu haberiyle karşılaşacaktım. İçimizdeki şeytanlarla
dışımızdaki şeytanların birlikteliği, işte böyle mezhep kavgalarını doğuruyor…
Konunuza dönelim: Bir diğer faktörse haccın, umrenin bizde gençlikte değil daha
çok yaşlılık döneminde hatırlanması. Gençlerin, orta yaşlıların tercihleri,
imkân bulduklarında Batı’dan yana oluyor; gayet dindar gençler için bile durum
böyle. Bunu kendi umre kafilemizde de, Mekke ve Medine’de karşılaştığım diğer
Türkler arasında da gözlemledim. Gençliğimi günahtan kaçınmadan özgürce
yaşayayım, yaşlılığımda bir ara gider tövbe eder, arınırım, duygusu mu var acaba
bilinçaltımızda? Olabilir, ancak söylemeliyim ki Kâbe’yi tavaf etmek, Merve ve
Safa tepeleri arasında say yapmak beden sağlığı gerektiren ibadetler;
yaşlılarımızın önemli bir kısmı bu ibadetleri tekerlekli sandalye yardımıyla
yapıyorlar. Her türlü dünyevi işe koştuğumuz şu genç bedenlerimizi Allah’ın
yolundan niçin esirgeyelim.
Buna ilaveten, dindar ama umreye/hacca gitmeyi Suudi sermayesine para
kazandırmamak gerekçesiyle reddedenleri anlamanın güçlüğünü de belirtelim.
Suudileri pekâlâ eleştirebiliriz ancak biz bu ibadetleri Allah’ın emri olarak,
İbrahim Peygamberin davetine icabet olarak yerine getiriyoruz. Ne dış ne de iç
engellerin gücü bizi bu çağrıya uymaktan alıkoyabilmelidir. Bu lakırdıları
üstelik Avrupalara, Amerikalara tatile koşanlardan işitmek sinirleri daha da
tahrip ediyor. Kapitalizme katkıdan kaçıyorsak Batı sermayesi, Doğu sermayesi ayrımını
bırakalım. Umreye/hacca pasaportla mı gideceğim, orası bizim topraklarımız
diyen bilinçli kimselerin hassasiyetlerini ise anlıyor ama bunun toplum
içerisinde yaygınlaşarak bir tür kılıf haline dönüşmesinden de endişe ediyorum.
Bin yıllardır Beytullah olarak kabul ettiğimiz ve dört yüz yıl kadar da bizzat
hizmetini yaptığımız topraklara pasaportla gitmek gerçekten acı ama böylesi bir
durumda Peygamberimiz ne yapardı, bunu düşünelim. Bütün bu soruların cevabı,
yine Kur’an’ın ebediyete dek geçerli ayetlerinde: “Allah için, Haccı da Umreyi de hakkıyla eda edip tamamlayın...” -
Bakara/ 196 Fakat kabul ediyorum ki şartlar, olaylar, düşmanlar bizi her an
Hüseynî tavır takınmaya da zorlayabilir, kıyamın haccın önüne geçtiğine tanık
olunabilir. Bu bahsi Murtaza Mutahhari’den dinleyelim: “Yavaş yavaş hac mevsimi
olduğu için halk etraftan, hatta en uzak bölge olan Horasan bölgesinden hac
amelini yerine getirmek için Mekke’ye geliyor. Terviye günü oluyor (yani zilhicce
ayının sekizinci günü). O gün herkesin hac için yeniden ihram giydiği, Arafat
ve Mina’ya gitmek ve hac amelini yapmak istedikleri bir zamanda aniden İmam
Hüseyin (a.s.) Irak tarafına gideceğini ilân ediyor. ‘Kûfe tarafına gitmek
istiyorum.’ diyor. Yani bu şartlarda iken, Kâbe’ye, hacca sırtını çeviriyor.
Yani, ‘Ben itiraz ediyorum.’ diyor. İtirazını, çekimserliğini ve rızası
olmadığını, bu vesileyle bu şekilde ilân ediyor. Demek istiyor ki, bu Kâbe
artık Ümeyyeoğullarının emri altındadır, yöneticisi Yezid olan bir haccın,
Müslümanlar için bir faydası olmayacaktır.” Muktedirlere şirin görünerek
pastadan (aslında zehirden) pay kapmak gibi insanı küçültücü amaçlar ya da
çevresine gösteriş yapmak gibi boş heveslerle ihramlı umre/hac fotoğraflarını
medya/basın organlarında paylaşanları ise anmamış olalım. İnsanın bakmaya
kıyamayacağı Kâbe’yi arkasına alarak fotoğraf çeken biri, samimiyeti konusunda
bizi şüpheye düşürecektir. Fotoğraf çekmekten hazzetmeyen, dahası fotoğrafın
günümüz insanının en büyük hastalıkları arasında yer aldığını düşünen biri
olarak, gene de yakın çevreme göstermek adına Medine'de on beş yirmi kadar
fotoğraf çektim; ancak Kâbe ve Mescid-i Haram'da cep telefonunu değil elime,
yanıma bile almadım. Bence tavaf etmek/say yapmakla namaz kılmak arasında
ilkesel olarak hiçbir fark yoktur. İkisi de bu dünyayı arkana almak anlamına
gelir. Fotoğraf makinesiyle Kâbe'yi arkasına alanlar bunu düşünmeliler.
Daha dört beş ay öncesine kadar, 23 yaşında umreye gitme saadetine ereceğimi
asla tahmin edemezdim. Özeleştirimi yapayım, benim zihnimde de Avrupa’ya gitme
hayalleri birbirini kovalıyordu. Hatta tam geçtiğimiz yılın sonlarında okulu
bir yıl daha uzatıp öğrenci değişim programıyla altı aylığına yurt dışına çıkma
planı yapıyordum ki babaannemden birlikte umreye gitme teklifi aldım. Yani ben
Batı kapılarını zorlarken Doğu bütün cömertliğiyle bana kapılarını açtı.
Üstelik bu teklifi tam da 23 yaşına girdiğim gün aldım. Umreye gideceğimi
öğrenenler, babaannemle gideceğimi öğrendiklerinde ayrıca mutluluk
duyuyorlardı, çünkü bunun gerçekten ortadaki maneviyatı artıran bir tarafı
vardı. Umreye gidişim, yoğun bir biçimde İslam tarihi ve düşüncesi üzerine
kitaplar okuduğum, peygamberler etrafında şiirler yazdığım bir süreçte
gerçekleşti. Allah, kendisini arama
gayretimi, beni evine davet ederek mi ödüllendiriyordu acaba? Peygamberin
Mekke’den Medine’ye hicretini, Hüseyin’in Medine’den Mekke’ye ve oradan da
Kerbela’ya yönelişini farklı farklı kaynaklardan okumuştum. Bu okumaların
yarattığı farkındalık, beni birçoğunda rastladığım turist duygusundan kurtarıp
muhacir, ensar ve mücahit coşkularıyla donatacaktı. Allah’ın harika bir biçimde
yarattığı ama maalesef şirkin, inkârın kol gezdiği bir diyardan hakikatin
topraklarına hicret edecektim bir nevi. Peki, gittiğim topraklar umduğum
topraklara ne ölçüde yakındı? Asr-ı Saadet’in geçtiğini bir defa daha
anlayacaktım, o asrın bizzat yaşandığı topraklarda hem de. Saadet mi? Bütün bir
ümmet binlerce yıl ağlayıp dövünse de, Ömer bütün şiddetiyle onun ölmediğini
iddia etse de Peygamberi yeniden diriltme kudreti ancak Allah’ın elinde. Ama
Peygamberin getirdiği ilahi mesajla sünnetin (yaşanabilir olma bakımından)
yeniden dirilişi bizim elimizde.
Umreye gitmeden umre/hacla ilgili bazı kitaplar okumak ihtiyacı hissettim doğal
olarak. İlkin Ali Şeriati’nin “Hac”cını okudum ve umreye gitmeden gitmiş kadar
oldum. Bu kitabı okumak için Hac’ca gidecek ya da gitmiş olmaya gerek yok.
Adeta şiir gibi bir metin, Şiilerin ruhsal yoğunluğunu fazlasıyla ortaya
koyuyor. Haccın anlamını kavramak adına bir rehber olarak düşünülmeli. Muhammed
Esed’in “Mekke’ye Giden Yol”unu okumaya başladım ancak bitiremedim. İstesem
umrede bitirebilirdim fakat bu kutlu yolculukta yanıma Kur’an’dan başka kitap
almamayı tercih ettim, Kur’an’ı indiği topraklarda okumanın lezzetine varmaya,
inen her ayetin bir kesimde heyecan diğer kesimde nefretle karşılanmasındaki
ilahi sırra ulaşmaya çalıştım. Sonra düşündüm ki o günle bugün arasında hiçbir
fark yok. Kuran’ı, o günlerdeki gibi bugün de küçük bir topluluk aşkla okuyor,
bir kesim yalanlıyor ve ciddi bir çoğunluk da çıkarları doğrultusunda işte
ortada bir yol tutturmaya çalışıyor.
Kendime bir okuma programı yaparken, sevdiğim yaşayan şair-yazarlardan pek
azının hac/umre üzerine kitap yazdığını fark ettim. Bir Necip Fazıl’ın “Hac”
kitabı aklıma geliyor şu an. Evet, müstakil çalışma az ama edebi yaratılarda
hac üzerine göndermeler de oldukça az. Sanki I. Dünya Savaşı’nda yaşadığımız
hadiseler sadece halkta değil aydınlarımızda da kutsal topraklara değilse de
oranın insanına karşı gizli bir küskünlük oluşturmuş. Bu küskünlüğün kiminde
nefrete dönüştüğüne umrede de tanık olacaktım. Neden böyle? İhanetse daha başka
pek çok unsurun ihanetiyle karşılaşmışız. Niçin onlar bu kadar gündeme
getirilmiyor da Araplarınki sürekli gündemde tutuluyor? Bunda Batılı
devletlerin propagandalarının rolü büyük ama bu, bizden kaynaklanan bazı özel
durumların varlığını gözden kaçırmamıza da neden olmamalı. Batılıların bize
bakışlarında olduğu gibi bizim Araplara bakışımızda da bir kendini üstün görme
hastalığı var sanki. Batı’ya kabul ettiremediğimiz Batılılığımızla yaklaşıyoruz
Araplara ve bu şekilde kendimizi artık modernleştiğimize inandırmaya
çalışıyoruz. Toplumumuzun önemli bir kısmı için geçerli görünüyor bu.
Evet, umreye gidiş ve İstanbul’a dönüş tarihimiz belli oldu: 23-30 Mart.
İstanbul’dan ayrılmanın hüznüyle kutsal topraklara gidecek olmanın heyecanı
birbirine karışmaya başladı bende. Bir hafta gözümde büyüdü de büyüdü, küçüldü
de küçüldü. Bu duygusal ikilemleri süreç boyunca yaşayacaktım, nitekim gidiş
günü günlüğüme yazdıklarım da bunu gösteriyor: “Bu gece yarısı umreye
gidiyorum, sabah saat 5’te, uçağa bineceğiz babaannemle. İçimde yeniden
doğuyormuşum duygusu var, sanki birazdan kutsal topraklar, beni kucağına alıp
ezan okuyacaklar kulağıma. Mekke’nin bir özelliği: Allah, insanın yaratıldığı
toprağa değil Kâbe’nin topraklarına kutsal sıfatını layık görmüştür. İçimdeki
heyecan, paranın pulun, makamın mevkiinin etrafında dönenlerden kurtulup
Allah’ın evini tavaf edenlerin safına katılacak olmaktan mı acaba? Bilmiyorum
ama hani Hazreti İsa, 'İmkânsız olan denizin üzerinde yürümek değil denizin
üzerinde yürüyebileceğine inanmaktır.' diyordu ya; yeterli imana sahip olanlar
da uçağa, otobüse vs. hiç gerek kalmadan Kâbe’ye ulaşabilirler aslında. Birçok
hacı var yani aramızda. Henüz İstanbul’dayım ama kendimi Kâbe’nin
huzurundaymışçasına huzurlu ve sorumlu hissediyor, Safa ve Merve tepeleri
arasında sa’y eder gibi bu iki duygu arasında gidip geliyorum.” Bir haftanın
umre için ne kadar kısa bir zaman dilimi olduğunu ise ancak dönüş yolunda
kavrayacaktım.
İstanbul’dan kutsal topraklara birçok akraba ve arkadaşımın selamıyla birlikte
Eyyüb-El Ensari’nin, Fatih’le arkadaşlarının şikâyetlerini de götürüyordum.
Çünkü onların İslam’la şereflendirmek uğruna hayatlarından vazgeçtikleri
İstanbul, bizim elimizde fethedilmiş değil adeta işgal edilmiş topraklara
dönüşmüştü. Medine’yle Mekke’nin de benzeri bir kadere terk edildiğini görünce,
“Peki nereye sığınacağım” sorusu ciğerimi sökmeye başladı. Yine de bu üç şehrin
de bizlerce hırpalanmış bedenlerinin altında sapasağlam bir ruh var ki
hayatımızı o ruha borçluyuz.
Aykut Nasip Kelebek
0 Yorumlar