İBRAHİM’İN DAVETİNE İCABET: UMRE


Öncesi

umre ile ilgili görsel sonucuToplumumuzun dinle ilişkisini hep düşünmüş, bu husustaki samimiyetimizi sürekli sorgulamışımdır; bunda Müslüman bir ailede yetişmiş olmamın payı büyük. Abdest almayı, namaz kılmayı, namaz kılmaya yetecek sure ve duayı, orucun mideyi aç bırakmak değil gönlü tok tutmak olduğunu öğrendiğimde ilkokul birinci sınıf öğrencisiydim. Bugün yetişkinlerin namaz kılmayı bilmediğini öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlık ve üzüntü bununla ilgili. Yakın çevremden başlayarak aileleri gözlemlediğimde çocuklara dini eğitim verme geleneğinin kaybolmaya yüz tuttuğunu da aynı acıyla seyrediyorum. Daha anaokulundaki çocuklarımıza yabancı dil eğitimi veriyor, tiyatro-sinemaya alışkanlığı kazandırmaya çalışıyor –bunlar da güzel elbette- ancak her iki dünyaları için de gerekli dini bilgileri ihmal ediyoruz. Bu, yalnızca dini değil dinin kapsadığı ahlakı da ıskalamamıza neden oluyor. Kendimi şanslı sayıyorum; dedemin, annemin dini kaygılarla anlattığı basit kıssadan hisseler, daha çocukluğumda kanıma karışacak, Allah’a ve insanlara karşı sorumluluk bilincini adeta doğar doğmaz ruhuma işleyecekti. Bu kıssaları sadece 2000 sonrasının çocuklarıyla değil kendi yaş grubumdan arkadaşlarımla paylaştığımda da aynı alaycı gülümsemeyle karşılaşıyorum, bu elbette onların yüksek (!) dini bilgilerinden değil bu anlatıları hiç işitmemiş, o kültürel iklimden bütünüyle kopmuş olmalarından kaynaklanıyor. İzinsiz yediği elmanın sahibine karşılığında yedi yıl hizmet eden zatın menkıbesini türlü operasyonlarla toplumun elinden aldık, peki yerine bir şey koyabildik mi? Yerine yerli yabancı dizilerdeki gayri ahlaki ilişkileri, bitmez tükenmez para, kariyer hırsını koyduk maalesef. Ağaç yaşken eğiliyor, ergenlik yaşlarından sonra bu dünyanın bisiklet sürmek, yüzmek, yabancı dil öğrenmek gibi işlerini halletmek nasıl zorsa, öte dünyanın işlerini öğrenip içselleştirmek de öyle zordur. Mevcut durumdan dindarlığın giderek kaybolacağı sonucunu çıkarmak istemiyorum, buna insanın dili varmıyor ancak vaziyetin iyi gitmediği de ortada.
            Hacca gitmek, burada itiraf ediyorum, benim dünyamda diğer ibadetler kadar yer etmemişti; nasıl desem, Kaf Dağı’na gitmek gibi bir şeydi benim için. Ailemden hacceden bulunmaması bunda etkili olabilir ama bu duyguyu yaşamamda daha başka faktörlerden de söz edilebilir. Bir defa yüz yıl evveline kadar halifenin güneşi altında olan Hicaz bölgesi, bugün küresel güçlerin gölgesinde yönetiliyor. Suudların genel politikalarının, emperyalist devletlerle temasının ve bizimle ilişkilerinin iç açıcı olmadığını söylemeye gerek yok. Umrede olduğum sırada –konumuza yavaş yavaş giriyoruz- bir diğer Müslüman ülke Yemen’le savaş içerisindeydi mesela. Bizi Medine’den Mekke’ye götüren rehberimiz, doğumuzda Kızıldeniz’in olduğunu söylüyor, kuzeyimizde ise acı bir gülümsemeyle Yemen’in bulunduğunu ancak savaş olduğundan oraya gidemeyeceğimizi belirtiyordu. Türkiye’ye döndüğümdeyse savaşta Yemen'i destekleyen İran’ın, vatandaşlarına umre yasağı koyduğu haberiyle karşılaşacaktım. İçimizdeki şeytanlarla dışımızdaki şeytanların birlikteliği, işte böyle mezhep kavgalarını doğuruyor… Konunuza dönelim: Bir diğer faktörse haccın, umrenin bizde gençlikte değil daha çok yaşlılık döneminde hatırlanması. Gençlerin, orta yaşlıların tercihleri, imkân bulduklarında Batı’dan yana oluyor; gayet dindar gençler için bile durum böyle. Bunu kendi umre kafilemizde de, Mekke ve Medine’de karşılaştığım diğer Türkler arasında da gözlemledim. Gençliğimi günahtan kaçınmadan özgürce yaşayayım, yaşlılığımda bir ara gider tövbe eder, arınırım, duygusu mu var acaba bilinçaltımızda? Olabilir, ancak söylemeliyim ki Kâbe’yi tavaf etmek, Merve ve Safa tepeleri arasında say yapmak beden sağlığı gerektiren ibadetler; yaşlılarımızın önemli bir kısmı bu ibadetleri tekerlekli sandalye yardımıyla yapıyorlar. Her türlü dünyevi işe koştuğumuz şu genç bedenlerimizi Allah’ın yolundan niçin esirgeyelim.
umre ile ilgili görsel sonucu            Buna ilaveten, dindar ama umreye/hacca gitmeyi Suudi sermayesine para kazandırmamak gerekçesiyle reddedenleri anlamanın güçlüğünü de belirtelim. Suudileri pekâlâ eleştirebiliriz ancak biz bu ibadetleri Allah’ın emri olarak, İbrahim Peygamberin davetine icabet olarak yerine getiriyoruz. Ne dış ne de iç engellerin gücü bizi bu çağrıya uymaktan alıkoyabilmelidir. Bu lakırdıları üstelik Avrupalara, Amerikalara tatile koşanlardan işitmek sinirleri daha da tahrip ediyor. Kapitalizme katkıdan kaçıyorsak Batı sermayesi, Doğu sermayesi ayrımını bırakalım. Umreye/hacca pasaportla mı gideceğim, orası bizim topraklarımız diyen bilinçli kimselerin hassasiyetlerini ise anlıyor ama bunun toplum içerisinde yaygınlaşarak bir tür kılıf haline dönüşmesinden de endişe ediyorum. Bin yıllardır Beytullah olarak kabul ettiğimiz ve dört yüz yıl kadar da bizzat hizmetini yaptığımız topraklara pasaportla gitmek gerçekten acı ama böylesi bir durumda Peygamberimiz ne yapardı, bunu düşünelim. Bütün bu soruların cevabı, yine Kur’an’ın ebediyete dek geçerli ayetlerinde: “Allah için, Haccı da Umreyi de hakkıyla eda edip tamamlayın...” - Bakara/ 196 Fakat kabul ediyorum ki şartlar, olaylar, düşmanlar bizi her an Hüseynî tavır takınmaya da zorlayabilir, kıyamın haccın önüne geçtiğine tanık olunabilir. Bu bahsi Murtaza Mutahhari’den dinleyelim: “Yavaş yavaş hac mevsimi olduğu için halk etraftan, hatta en uzak bölge olan Horasan bölgesinden hac amelini yerine getirmek için Mekke’ye geliyor. Terviye günü oluyor (yani zilhicce ayının sekizinci günü). O gün herkesin hac için yeniden ihram giydiği, Arafat ve Mina’ya gitmek ve hac amelini yapmak istedikleri bir zamanda aniden İmam Hüseyin (a.s.) Irak tarafına gideceğini ilân ediyor. ‘Kûfe tarafına gitmek istiyorum.’ diyor. Yani bu şartlarda iken, Kâbe’ye, hacca sırtını çeviriyor. Yani, ‘Ben itiraz ediyorum.’ diyor. İtirazını, çekimserliğini ve rızası olmadığını, bu vesileyle bu şekilde ilân ediyor. Demek istiyor ki, bu Kâbe artık Ümeyyeoğullarının emri altındadır, yöneticisi Yezid olan bir haccın, Müslümanlar için bir faydası olmayacaktır.” Muktedirlere şirin görünerek pastadan (aslında zehirden) pay kapmak gibi insanı küçültücü amaçlar ya da çevresine gösteriş yapmak gibi boş heveslerle ihramlı umre/hac fotoğraflarını medya/basın organlarında paylaşanları ise anmamış olalım. İnsanın bakmaya kıyamayacağı Kâbe’yi arkasına alarak fotoğraf çeken biri, samimiyeti konusunda bizi şüpheye düşürecektir. Fotoğraf çekmekten hazzetmeyen, dahası fotoğrafın günümüz insanının en büyük hastalıkları arasında yer aldığını düşünen biri olarak, gene de yakın çevreme göstermek adına Medine'de on beş yirmi kadar fotoğraf çektim; ancak Kâbe ve Mescid-i Haram'da cep telefonunu değil elime, yanıma bile almadım. Bence tavaf etmek/say yapmakla namaz kılmak arasında ilkesel olarak hiçbir fark yoktur. İkisi de bu dünyayı arkana almak anlamına gelir. Fotoğraf makinesiyle Kâbe'yi arkasına alanlar bunu düşünmeliler.
            Daha dört beş ay öncesine kadar, 23 yaşında umreye gitme saadetine ereceğimi asla tahmin edemezdim. Özeleştirimi yapayım, benim zihnimde de Avrupa’ya gitme hayalleri birbirini kovalıyordu. Hatta tam geçtiğimiz yılın sonlarında okulu bir yıl daha uzatıp öğrenci değişim programıyla altı aylığına yurt dışına çıkma planı yapıyordum ki babaannemden birlikte umreye gitme teklifi aldım. Yani ben Batı kapılarını zorlarken Doğu bütün cömertliğiyle bana kapılarını açtı. Üstelik bu teklifi tam da 23 yaşına girdiğim gün aldım. Umreye gideceğimi öğrenenler, babaannemle gideceğimi öğrendiklerinde ayrıca mutluluk duyuyorlardı, çünkü bunun gerçekten ortadaki maneviyatı artıran bir tarafı vardı. Umreye gidişim, yoğun bir biçimde İslam tarihi ve düşüncesi üzerine kitaplar okuduğum, peygamberler etrafında şiirler yazdığım bir süreçte gerçekleşti. Allah, kendisini arama gayretimi, beni evine davet ederek mi ödüllendiriyordu acaba? Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicretini, Hüseyin’in Medine’den Mekke’ye ve oradan da Kerbela’ya yönelişini farklı farklı kaynaklardan okumuştum. Bu okumaların yarattığı farkındalık, beni birçoğunda rastladığım turist duygusundan kurtarıp muhacir, ensar ve mücahit coşkularıyla donatacaktı. Allah’ın harika bir biçimde yarattığı ama maalesef şirkin, inkârın kol gezdiği bir diyardan hakikatin topraklarına hicret edecektim bir nevi. Peki, gittiğim topraklar umduğum topraklara ne ölçüde yakındı? Asr-ı Saadet’in geçtiğini bir defa daha anlayacaktım, o asrın bizzat yaşandığı topraklarda hem de. Saadet mi? Bütün bir ümmet binlerce yıl ağlayıp dövünse de, Ömer bütün şiddetiyle onun ölmediğini iddia etse de Peygamberi yeniden diriltme kudreti ancak Allah’ın elinde. Ama Peygamberin getirdiği ilahi mesajla sünnetin (yaşanabilir olma bakımından) yeniden dirilişi bizim elimizde.
            Umreye gitmeden umre/hacla ilgili bazı kitaplar okumak ihtiyacı hissettim doğal olarak. İlkin Ali Şeriati’nin “Hac”cını okudum ve umreye gitmeden gitmiş kadar oldum. Bu kitabı okumak için Hac’ca gidecek ya da gitmiş olmaya gerek yok. Adeta şiir gibi bir metin, Şiilerin ruhsal yoğunluğunu fazlasıyla ortaya koyuyor. Haccın anlamını kavramak adına bir rehber olarak düşünülmeli. Muhammed Esed’in “Mekke’ye Giden Yol”unu okumaya başladım ancak bitiremedim. İstesem umrede bitirebilirdim fakat bu kutlu yolculukta yanıma Kur’an’dan başka kitap almamayı tercih ettim, Kur’an’ı indiği topraklarda okumanın lezzetine varmaya, inen her ayetin bir kesimde heyecan diğer kesimde nefretle karşılanmasındaki ilahi sırra ulaşmaya çalıştım. Sonra düşündüm ki o günle bugün arasında hiçbir fark yok. Kuran’ı, o günlerdeki gibi bugün de küçük bir topluluk aşkla okuyor, bir kesim yalanlıyor ve ciddi bir çoğunluk da çıkarları doğrultusunda işte ortada bir yol tutturmaya çalışıyor.
            Kendime bir okuma programı yaparken, sevdiğim yaşayan şair-yazarlardan pek azının hac/umre üzerine kitap yazdığını fark ettim. Bir Necip Fazıl’ın “Hac” kitabı aklıma geliyor şu an. Evet, müstakil çalışma az ama edebi yaratılarda hac üzerine göndermeler de oldukça az. Sanki I. Dünya Savaşı’nda yaşadığımız hadiseler sadece halkta değil aydınlarımızda da kutsal topraklara değilse de oranın insanına karşı gizli bir küskünlük oluşturmuş. Bu küskünlüğün kiminde nefrete dönüştüğüne umrede de tanık olacaktım. Neden böyle? İhanetse daha başka pek çok unsurun ihanetiyle karşılaşmışız. Niçin onlar bu kadar gündeme getirilmiyor da Araplarınki sürekli gündemde tutuluyor? Bunda Batılı devletlerin propagandalarının rolü büyük ama bu, bizden kaynaklanan bazı özel durumların varlığını gözden kaçırmamıza da neden olmamalı. Batılıların bize bakışlarında olduğu gibi bizim Araplara bakışımızda da bir kendini üstün görme hastalığı var sanki. Batı’ya kabul ettiremediğimiz Batılılığımızla yaklaşıyoruz Araplara ve bu şekilde kendimizi artık modernleştiğimize inandırmaya çalışıyoruz. Toplumumuzun önemli bir kısmı için geçerli görünüyor bu.    
safa merve tepesi ile ilgili görsel sonucu            Evet, umreye gidiş ve İstanbul’a dönüş tarihimiz belli oldu: 23-30 Mart. İstanbul’dan ayrılmanın hüznüyle kutsal topraklara gidecek olmanın heyecanı birbirine karışmaya başladı bende. Bir hafta gözümde büyüdü de büyüdü, küçüldü de küçüldü. Bu duygusal ikilemleri süreç boyunca yaşayacaktım, nitekim gidiş günü günlüğüme yazdıklarım da bunu gösteriyor: “Bu gece yarısı umreye gidiyorum, sabah saat 5’te, uçağa bineceğiz babaannemle. İçimde yeniden doğuyormuşum duygusu var, sanki birazdan kutsal topraklar, beni kucağına alıp ezan okuyacaklar kulağıma. Mekke’nin bir özelliği: Allah, insanın yaratıldığı toprağa değil Kâbe’nin topraklarına kutsal sıfatını layık görmüştür. İçimdeki heyecan, paranın pulun, makamın mevkiinin etrafında dönenlerden kurtulup Allah’ın evini tavaf edenlerin safına katılacak olmaktan mı acaba? Bilmiyorum ama hani Hazreti İsa, 'İmkânsız olan denizin üzerinde yürümek değil denizin üzerinde yürüyebileceğine inanmaktır.' diyordu ya; yeterli imana sahip olanlar da uçağa, otobüse vs. hiç gerek kalmadan Kâbe’ye ulaşabilirler aslında. Birçok hacı var yani aramızda. Henüz İstanbul’dayım ama kendimi Kâbe’nin huzurundaymışçasına huzurlu ve sorumlu hissediyor, Safa ve Merve tepeleri arasında sa’y eder gibi bu iki duygu arasında gidip geliyorum.” Bir haftanın umre için ne kadar kısa bir zaman dilimi olduğunu ise ancak dönüş yolunda kavrayacaktım.

            İstanbul’dan kutsal topraklara birçok akraba ve arkadaşımın selamıyla birlikte Eyyüb-El Ensari’nin, Fatih’le arkadaşlarının şikâyetlerini de götürüyordum. Çünkü onların İslam’la şereflendirmek uğruna hayatlarından vazgeçtikleri İstanbul, bizim elimizde fethedilmiş değil adeta işgal edilmiş topraklara dönüşmüştü. Medine’yle Mekke’nin de benzeri bir kadere terk edildiğini görünce, “Peki nereye sığınacağım” sorusu ciğerimi sökmeye başladı. Yine de bu üç şehrin de bizlerce hırpalanmış bedenlerinin altında sapasağlam bir ruh var ki hayatımızı o ruha borçluyuz.   

Aykut Nasip Kelebek

Yorum Gönder

0 Yorumlar