Birinci Gün
Medine’deyiz. İtiraf etmeliyim ki süreç boyunca sadece
umreye değil aynı zamanda yurt dışına ilk kez çıkacak olmanın heyecanını da
yaşıyordum, ama Medine’ye iner inmez bu toprakların yurt dışı değil bilakis
yurdun ta kendisi olduğunu hissettim. Eğer burası yurt dışıysa yurt neresiydi?
Âdem, Havva’yla burada buluşmuştu, baba evimizdi burası; İbrahim ilahi emir üzerine
Beytullah’ı burada inşa etmişti; Peygamber Aleyhisselam bu coğrafyada doğup
büyümüş, elçilikle görevlendirilmiş, İslam’ı tebliğ etmiş, hicret etmiş,
savaşmış, devleti kurmuş ve hayata gözlerini yummuştu. Diğer taraftan, yukarıda
da vurguladığım gibi idare, dört yüz yıl boyunca Büyük Devletimizdeydi.
Emperyalizmin ömrü, yüz yılı birazcık aşıyor, gücü buradaki İslami havayı
dağıtmaya, buraları her şeye rağmen alelade bir Batı şehrine çevirmeye
yetmiyordu. Yabancı biri varsa bu ancak ben olabilirdim, çünkü Batı’ya
programlanmış bir toplumsal düzende yaşıyor, ilahi yasaların kulak ardı
edildiği bir çağı soluyordum. Çok şükür böylesi bir yabancılık yaşamadım.
Medine sokaklarıyla İstanbul’un sokakları aynı mahalle içerisindeydi, esnaf
aynı esnaf, yardımsever aynı yardımsever ve hilekâr aynı hilekârdı.
Konuşmalarda dilimize geçmiş birkaç Arapça kelimeyi seçmek, aynı dili
konuştuğunuz duygusu yaşatmaya yetiyordu. Kendininki dışında bir Müslüman ülke
görmemiş olanların İslam’ın bütünleştirici niteliğini anlaması biraz zor
olabilir. İstanbul’da halkı gözlemlemek maksadıyla çok sayıda mitinge katıldım,
şehrin sürprizleri içinde kendimi birçok farklı politik kalabalığın içinde
buldum, birçok toplantıda yer aldım; ancak Mescid-i Nebevi’de namaza koşan
topluluktaki adanmışlıkla, çıplak taşların üzerinde secdeye varan gençlerdeki
teslimiyet duygusuyla hiçbir yerde karşılaşmadım.
Peki, can sıkacak hiçbir şey yok muydu? Çok şey vardı. İki yüz metre uzaklıktan
baktığımda Mescid-i Nebevi’yi göremiyordum mesela, çünkü on on beş yıl gibi
kısa bir süre içerisinde -1980 sonrası- her tarafı büyük büyük gökdelenler,
oteller, iş merkezleri kaplamıştı. Bir zamanlar peygamberin, sahabenin ayak
bastığı, kutlu mücadeleyi verdikleri, putperestlerden sığındıkları ve onları
alaşağı edecekleri savaşlara hazırlandıkları topraklarda kapitalizmin
manzaralarıyla karşılaşmak dehşet vericiydi. Mekke’nin fethinden sonra
Müminlerin Emiri Ali, Kâbe’yi girip bütün putları yıkmıştı, bizse şimdi çağın
putları olan devasa yapılarca kuşatılmış durumdaydık, acaba yeni bir fetih ve
Ali’ye mi ihtiyaç var? Yukarıda Medine’nin maneviyatıyla benim için
İstanbul’dan farksız olduğunu söylemiştim, ne yazık ki maddiyatıyla da
farksızdı. Kaç defa Üsküdar sahilinden karşıya bakarken, gökdelenlerin şehrin
sırtını aştığından, estetiğini hiç ettiğinden bahsetmiştim. Vahhabiler, tapınç
unsuruna dönüştürdüğü gerekçesiyle sahabenin mezarlarını yıktılar, Cennetü’l
Baki’ye girişi yasakladılar, Hazreti Hamza’nın Uhud’daki kabrinin etrafını çevirdiler,
onların yerine ise ucube yapılar inşa ettiler, gerçek birer tapınç nesneleri,
adeta putlar diktiler. İnsanoğlu bugün tapmıyor mu bu yüksek binalara?
Medine’ye, Mekke’ye gitmeye gerek yok, İstanbul’u düşünelim, kalabalıklar nasıl
da hayranlıkla bakıyor, bir gün o yapılarda oturmanın hayalini kuruyorlar.
Elbette, Ezeli ve Ebedi Yaratıcıyı bırakıp ölülerin mezarlarından medet ummak,
kimin mezarı olursa olsun, Kur’an’ın ilkeleriyle asla örtüşmez ama -hadislerde
ziyareti önerilen mezarları yine de Allah’ın rızasını kazanmak umuduyla
yıktılar diyelim- yerine hiçliği ikame etmek suretiyle bütün bir tarihi yıkmak
da örtüşmez. İlki ifrat, ikincisi tefrit; Müslümanlar olarak yüz yıldır,
Peygamber’in tavsiye ettiği itidali arıyoruz. Neredesin ey geçmişin ve geleceğin
muhasebesini yapacak mutedil insan?
İlk paragrafla ikinci paragraf tam bir tezat içerisinde, değil mi? Muhammed
Esed’in de benzeri ruh halini yaşadığını şu satırlarından öğreniyoruz:
“Müslüman dünyanın öteki yörelerinde olduğu gibi, bugün, Medîne’de de yaşanan
hayatın Peygamber’in gösterdiği hedeflerle ancak çok uzak ve biçimsel bir
akrabalığı var; ve gerçek Müslümanın şuur aydınlığının yerini başka yerlerde
olduğu gibi burada da uyurgezerlerin insiyak ve alışkanlıklara bel bağlayan zihnî
alacakaranlığı almış; ama yine de bu şehirde bugün hüküm süren atmosferle
şehrin muhteşem kutlu ve büyük manevî havasını hâlâ koruyor” (s.310) Kesinlikle
koruyor ama 2010’ların Medine’siyle merhumun gördüğü Medine arasında uçurum
var. Esed, Mescid-i Nebevi’yi Hilton’a göre tarif etmenin azabını yaşamamıştı.
Bütün bu karmaşık
tablonun ortasında Peygamber’in anılarını muhafaza eden Mescid-i Nebevi’de
öğlen namazını kıldım, Peygamber’in kabrini ziyaret ettim, Mescidin avlusunda
dolaştım, insanlarla selamlaştım, karşılaştığım Türk dükkanlarına girip yolunu
şaşırdığım otelimizi sordum ve nihayet odama çekilip düşüncelere daldım.
Oteldeki ilk akşam
yemeği bende farklı huzursuzluklar yarattı. Huzur bulmaya geldiğim şehir,
huzursuzluğumu gitgide artıran bir mekâna dönüşüyordu ve maalesef pek az kişi
benimle aynı psikolojiyi paylaşıyordu. Akletmiyordu insanlar ve böylece
Allah’ın en büyük emirlerinden birini hiç farkında olmadan çiğnemiş
oluyorlardı. Beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, büyük günahlara girmeden
işini gücünü tutanlar, Mahşer Günü’nde akletmemekten ötürü
cezalandırılacaklarını öğrendiklerinde eminim çok şaşıracaklar. Neydi huzurumu
kaçıran? İnsanların açık büfeden büyük bir iştahla, nasıl yiyip
hazmedeceklerini düşünmeden tabaklarına doldurdukları, beş on dakika sonra ise hiçbir
üzüntü ifadesi göstermeden yarısını çöpe attıkları yemeklerdi. İsraf, üstelik
yasaklandığı şehirde hüküm sürüyordu. Cahiliye adetleri iktidardaydı burada,
öyleyse Yesrib’le Medine’nin farkı neredeydi? Mescid-i Nebevi bütün zarafetiyle
parlıyordu ama Allah’ın ayetleri sanki sönüvermişti. Peygamberin mescidinde
namaz kılıyorduk ama bunun, Peygamberin çektiği sıkıntıları, verdiği emekleri
hatırlamamıza yaramadıktan sonra Allah katında ne değeri vardı acaba? Peygamber
torununun yaşadığı açlık ve susuzluğu hissetmeden aşure yapmanın ne kadar
değeri varsa o kadar, diyor içimdeki ses.
Aykut Nasip Kelebek
0 Yorumlar