İBRAHİM’İN DAVETİNE İCABET: UMRE (II)


Birinci Gün

medine ile ilgili görsel sonucu
Medine’deyiz. İtiraf etmeliyim ki süreç boyunca sadece umreye değil aynı zamanda yurt dışına ilk kez çıkacak olmanın heyecanını da yaşıyordum, ama Medine’ye iner inmez bu toprakların yurt dışı değil bilakis yurdun ta kendisi olduğunu hissettim. Eğer burası yurt dışıysa yurt neresiydi? Âdem, Havva’yla burada buluşmuştu, baba evimizdi burası; İbrahim ilahi emir üzerine Beytullah’ı burada inşa etmişti; Peygamber Aleyhisselam bu coğrafyada doğup büyümüş, elçilikle görevlendirilmiş, İslam’ı tebliğ etmiş, hicret etmiş, savaşmış, devleti kurmuş ve hayata gözlerini yummuştu. Diğer taraftan, yukarıda da vurguladığım gibi idare, dört yüz yıl boyunca Büyük Devletimizdeydi. Emperyalizmin ömrü, yüz yılı birazcık aşıyor, gücü buradaki İslami havayı dağıtmaya, buraları her şeye rağmen alelade bir Batı şehrine çevirmeye yetmiyordu. Yabancı biri varsa bu ancak ben olabilirdim, çünkü Batı’ya programlanmış bir toplumsal düzende yaşıyor, ilahi yasaların kulak ardı edildiği bir çağı soluyordum. Çok şükür böylesi bir yabancılık yaşamadım. Medine sokaklarıyla İstanbul’un sokakları aynı mahalle içerisindeydi, esnaf aynı esnaf, yardımsever aynı yardımsever ve hilekâr aynı hilekârdı. Konuşmalarda dilimize geçmiş birkaç Arapça kelimeyi seçmek, aynı dili konuştuğunuz duygusu yaşatmaya yetiyordu. Kendininki dışında bir Müslüman ülke görmemiş olanların İslam’ın bütünleştirici niteliğini anlaması biraz zor olabilir. İstanbul’da halkı gözlemlemek maksadıyla çok sayıda mitinge katıldım, şehrin sürprizleri içinde kendimi birçok farklı politik kalabalığın içinde buldum, birçok toplantıda yer aldım; ancak Mescid-i Nebevi’de namaza koşan topluluktaki adanmışlıkla, çıplak taşların üzerinde secdeye varan gençlerdeki teslimiyet duygusuyla hiçbir yerde karşılaşmadım.  
            Peki, can sıkacak hiçbir şey yok muydu? Çok şey vardı. İki yüz metre uzaklıktan baktığımda Mescid-i Nebevi’yi göremiyordum mesela, çünkü on on beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde -1980 sonrası- her tarafı büyük büyük gökdelenler, oteller, iş merkezleri kaplamıştı. Bir zamanlar peygamberin, sahabenin ayak bastığı, kutlu mücadeleyi verdikleri, putperestlerden sığındıkları ve onları alaşağı edecekleri savaşlara hazırlandıkları topraklarda kapitalizmin manzaralarıyla karşılaşmak dehşet vericiydi. Mekke’nin fethinden sonra Müminlerin Emiri Ali, Kâbe’yi girip bütün putları yıkmıştı, bizse şimdi çağın putları olan devasa yapılarca kuşatılmış durumdaydık, acaba yeni bir fetih ve Ali’ye mi ihtiyaç var? Yukarıda Medine’nin maneviyatıyla benim için İstanbul’dan farksız olduğunu söylemiştim, ne yazık ki maddiyatıyla da farksızdı. Kaç defa Üsküdar sahilinden karşıya bakarken, gökdelenlerin şehrin sırtını aştığından, estetiğini hiç ettiğinden bahsetmiştim. Vahhabiler, tapınç unsuruna dönüştürdüğü gerekçesiyle sahabenin mezarlarını yıktılar, Cennetü’l Baki’ye girişi yasakladılar, Hazreti Hamza’nın Uhud’daki kabrinin etrafını çevirdiler, onların yerine ise ucube yapılar inşa ettiler, gerçek birer tapınç nesneleri, adeta putlar diktiler. İnsanoğlu bugün tapmıyor mu bu yüksek binalara? Medine’ye, Mekke’ye gitmeye gerek yok, İstanbul’u düşünelim, kalabalıklar nasıl da hayranlıkla bakıyor, bir gün o yapılarda oturmanın hayalini kuruyorlar. Elbette, Ezeli ve Ebedi Yaratıcıyı bırakıp ölülerin mezarlarından medet ummak, kimin mezarı olursa olsun, Kur’an’ın ilkeleriyle asla örtüşmez ama -hadislerde ziyareti önerilen mezarları yine de Allah’ın rızasını kazanmak umuduyla yıktılar diyelim- yerine hiçliği ikame etmek suretiyle bütün bir tarihi yıkmak da örtüşmez. İlki ifrat, ikincisi tefrit; Müslümanlar olarak yüz yıldır, Peygamber’in tavsiye ettiği itidali arıyoruz. Neredesin ey geçmişin ve geleceğin muhasebesini yapacak mutedil insan?
medine ile ilgili görsel sonucu
            İlk paragrafla ikinci paragraf tam bir tezat içerisinde, değil mi? Muhammed Esed’in de benzeri ruh halini yaşadığını şu satırlarından öğreniyoruz: “Müslüman dünyanın öteki yörelerinde olduğu gibi, bugün, Medîne’de de yaşanan hayatın Peygamber’in gösterdiği hedeflerle ancak çok uzak ve biçimsel bir akrabalığı var; ve gerçek Müslümanın şuur aydınlığının yerini başka yerlerde olduğu gibi burada da uyurgezerlerin insiyak ve alışkanlıklara bel bağlayan zihnî alacakaranlığı almış; ama yine de bu şehirde bugün hüküm süren atmosferle şehrin muhteşem kutlu ve büyük manevî havasını hâlâ koruyor” (s.310) Kesinlikle koruyor ama 2010’ların Medine’siyle merhumun gördüğü Medine arasında uçurum var. Esed, Mescid-i Nebevi’yi Hilton’a göre tarif etmenin azabını yaşamamıştı.
Bütün bu karmaşık tablonun ortasında Peygamber’in anılarını muhafaza eden Mescid-i Nebevi’de öğlen namazını kıldım, Peygamber’in kabrini ziyaret ettim, Mescidin avlusunda dolaştım, insanlarla selamlaştım, karşılaştığım Türk dükkanlarına girip yolunu şaşırdığım otelimizi sordum ve nihayet odama çekilip düşüncelere daldım.
Oteldeki ilk akşam yemeği bende farklı huzursuzluklar yarattı. Huzur bulmaya geldiğim şehir, huzursuzluğumu gitgide artıran bir mekâna dönüşüyordu ve maalesef pek az kişi benimle aynı psikolojiyi paylaşıyordu. Akletmiyordu insanlar ve böylece Allah’ın en büyük emirlerinden birini hiç farkında olmadan çiğnemiş oluyorlardı. Beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, büyük günahlara girmeden işini gücünü tutanlar, Mahşer Günü’nde akletmemekten ötürü cezalandırılacaklarını öğrendiklerinde eminim çok şaşıracaklar. Neydi huzurumu kaçıran? İnsanların açık büfeden büyük bir iştahla, nasıl yiyip hazmedeceklerini düşünmeden tabaklarına doldurdukları, beş on dakika sonra ise hiçbir üzüntü ifadesi göstermeden yarısını çöpe attıkları yemeklerdi. İsraf, üstelik yasaklandığı şehirde hüküm sürüyordu. Cahiliye adetleri iktidardaydı burada, öyleyse Yesrib’le Medine’nin farkı neredeydi? Mescid-i Nebevi bütün zarafetiyle parlıyordu ama Allah’ın ayetleri sanki sönüvermişti. Peygamberin mescidinde namaz kılıyorduk ama bunun, Peygamberin çektiği sıkıntıları, verdiği emekleri hatırlamamıza yaramadıktan sonra Allah katında ne değeri vardı acaba? Peygamber torununun yaşadığı açlık ve susuzluğu hissetmeden aşure yapmanın ne kadar değeri varsa o kadar, diyor içimdeki ses.

           
Aykut Nasip Kelebek

Yorum Gönder

0 Yorumlar