Bizim kuşak ’60 darbesini kitaplardan okudu. 72 muhtırasında
ilkokul öğrencisiydi. 80 darbesini bütün acılarıyla yaşadı. Hapse atılanlar
arasında ben de vardım. 28 Şubat 1997 darbesi bu ülkenin yeni bir
savrulmasıydı. 27 Nisan millet iradesine bir itirazdı. 15 Temmuz 2016 bir
cinnet ve akıl tutulmasıdır.
Bütün bunlar bize hep bir şey söyledi, ancak biz
kulaklarımızı tıkadık. Devlet, milletin huzur ve refahı, güvenliği, girişim ve
yatırım hakkını teminat altına alan, eşitlikçi; vatandaşları arasında din, dil,
etnik kimlik gözetmeksizin kurulmuş sosyal bir yapıdır. Bu yapıda hizmet
üretmek üzere sorumluluk üstlenenler o kurumu ele geçirmek ve kendilerinden olmayanı
yok etmek gibi bir amaç güdemezdi. Bunu başaramadık. Tarihi süreç içinde
karalarımızı hep mensubu oyduğumuz inanç ve ideolojiler belirledi. Yanıldık,
yanıltıldık, aldatıldık ve ihanete uğradık.
Osmanlının son iki asrı ve cumhuriyet tarihi boyunca bir
takım grup ve cemaat organizasyonları “devleti ele geçirmek” üzere bir çaba
içinde oldular. Devleti “ele geçirme”nin seküler, dini ve etnik hiçbir meşru
gerekçesi yoktur. Devleti yöneten meşru organlar, devleti ehil olmayan ve gizli
ajandaları olan tüm dini, etnik, seküler, ideolojik ve mesiatik-mehtici
yapılara karşı korumakla yükümlüdür.
İnanmış insanların iktidar dönemleri mesihçi-cemaatçı ve dinî görüntü
veren hurafeci guruplara açık hale gelir. Çoklukla tehlike olarak da
görülmezler ve palazlanırlar. FETÖ organizasyonun devlet kademelerinde yaygın
olarak yayılmasının tarihi Özal iktidar dönemine tekabül eder. Daha sonraları
bütün iktidarlarla işbirliği içine girer ve yabancı istihbarat örgütlerine
eğitim kurumları üzerinden yataklık yaparak gelişir. Tayyip Erdoğan iktidarı
süresince “zararsız, ehl-i kıble” kabul
edilir ve palazlanarak güvenlik, hukuk ve eğitim kurumlarını “ele geçirir”.
Kendileri dışında hiçbir meşruiyet alanı tanımaz ve nihayet darbeler tarihinin
en ölçüsüz ve ahlaksız kalkışmasını başlatır. Devletin tankı, topu, uçağı ve
silahı ilk defa millete ve milletin kurumlarına karşı kullanılır. Babalar ve
oğulları birlikte şehit edilir. Milletin meclisi, MİT binası, güvenlik,
iletişim ve medya kurumları havadan, karadan ve denizden kuşatılarak kurşun
yağmuruna tutulur.
Dünya edebiyatının en kanlı sayfaları, en gür şiirleri ve en
hüzünlü hikâyeleri darbe dönemlerinde yazılmıştır. Kanlı darbelere sahne olan
Şili, Yunanistan ve Türkiye’nin edebiyatçıları tanıklıklarını yazdılar. Şili
diktatörü Pinochet darbesi döneminde Isabel
Allende en sevdiği dedesinin hastalığında yanında olsaydı Ruhlar Evi diye bir roman
olmayacaktı. İtalyan Gazeteci Oriana Fallaci’nin Yunanistan’daki cunta dönemini
anlattığı Bir İnsan olur muydu dersiniz?
Türkiye’de darbe dönemlerini konu alan yüz-yüz elli
civarında roman olduğunu tahmin ediyorum. Birkaç tanesini zikretmek gerekirse
Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı’sı, Erdal Öz’ün Yaralısın’ı, Sevgi
Soysal’ın Şafak’ı, Attila İlhan’ın Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Vedat
Türkali’nin Güven ve Bir Gün Tek Başına’sı ile 28 Şubat’ı
mesele edinen dostum Ahmet Kekeç’in Yağmurdan Sonra isimli çalışmasından
söz edilebilir.
Kifayetsiz yalakalık ve yaltaklanmaya prim vermediğimizde,
emaneti ehline tevdi ettiğimizde; kifayetsiz muhterise ve sahte mollaya iltifat
etmediğimizde, talimat hiyerarşisinde yancılara ayrıcalık tanımadığımızda
paralel ve darbe devleti heveslileri küçük akıllarının mesiyatik girdabında
kaybolacaktır.
Üzeyir İlbak
Türkiye Dil ve Edebiyat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
0 Yorumlar