Son birkaç yüzyıldır coğrafyamızda öyle ciddi
olaylar yaşanıyor ki, bu yaşananlar karşısında siyasamız gibi şairlerimiz de
nasıl bir tavır alacağını tam bilemedi. Birçok darbe ve girişimlerinde olduğu
gibi 15 Temmuz’da da hazırlıksız yakalandı, kanlı görüntülerden ister istemez
ürktü, meydana büyük şiir çıkarmanın zorluğunu hissetti. Halbuki kıyımızda,
sınır boylarımızda savaş vardı, şairlerin çoğu Misak-ı Milli’yi aşacak empati
kuramadı sanki, ateşin öz evimize düşmesini bekledi, bu yanlıştı, komşunun evi
yanarken yangının bizim evlere de sıçramama ihtimali yoktu. Irak’ta milyon
civarı insan öldürülmüştü, Suriye katliamlar ülkesine dönmüştü, onlar bizdi ve
“o biz”im şiirini yazabilen çıkmadı ne yazık ki. Batı topyekun öteki-terörist
olarak gördüğü bizi yok etmeyi kafaya takmış. 15 Temmuz, bu büyük planın yalnızca
bir parçasıydı.
Darbe öncesi şiir “toplumcu” içeriği
nedeniyle zayıftır. Politikleşen şair, topluma ulaşmak ister, anlaşılmak
şarttır bunun için, mecazdan uzaklaşıp tek anlama yaslanır, aforizmalarla bir
hatip gibi konuşur, bu arada şiir nutuk oluverir. Darbe sonrası güçlü şairler
doğar. Hem işkenceler sonucu birikmiş acı vardır, hem de hapis ve öldürülme
korkusu nedeniyle şiir özünün taşıyıcısı imajlar. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül,
28 Şubat darbeleri söylediklerimize şahitlik eder.
Zafer nidalarıyla kutlanan 15 Temmuz,
şiire iyi gelmedi, çünkü şiiri, kazananlardan ziyade kaybedenler yazar, şiirin
doğasında bu vardır. Bu direnişi ele alan çoğunluğu hamasi yüzlerce şiir, yazı denendi,
beklenen niteliğe bu metinlerin ancak birkaçı yaklaşabildi. Ekranlarda ve
meydanlarda kadim şairlerin benzeri olaylar için yazdıkları eskimeyen, her an
güncellik kazanan şiirleri yardımımıza koştu, okundu. Niçin onca dergiden bir
şiir sıyrılıp halkın gönlüne dokunamadı? Suçu sırf şaire ya da şiire yükleyecek
değilim elbette.
Toplumsal acılar, şairde bireysel acıya
dönüşmeden sahici şiir doğmaz. Mehmet Akif, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Sezai
Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt gibi şairler bütün bir halkın ruhunu
kendi bedenlerinde toplamayı başardıkları ve somut görseli aşıp orijinal soyut
alemlere ulaştıkları için başarılı oldular. Sezai Karakoç “Alınyazısı Saati”nde
meselelere ne kadar evrensel perspektiften baktığını gösterir:
“Bırak ben
ağlayayım
Esir pazarında
satılan Afganistan’a
Açlıktan milyonları
kırılan Afrika’ya
Filipinler’e
Habeşistan’a
Eritre’ye Filistin’e
Esaret prangasıyla
kıvranan
Kafkaslar
Azerbeycan Türkistan’a
Bütün milletlere
ülkelere
Irmaklar gibi ben
ağlayayım
Sen demir gibi
olmalısın
Çelik gibi sabah
yıldızı” (24)
Sadece İslam coğrafyasına ağıt yakmamıştır
Sezai Karakoç, dünyanın her köşesine bütün duyargalarını açmıştır. Onun
emperyalistlerin zulmüne uğrayan Cezayir için yazdığı “Ötesini
Söylemeyeceğim”i, komünistlerin zulmüne uğrayan Polonya için yazdığı “Kan
İçinde Güneş”i son derece hissedilmiş, başarılı şiir örnekleridir. Kimi yerde
Sezai Karakoç, birbiriyle savaşan Irak-İran gibi Müslüman ülkelere de barışı
telkin eden yapıcı eleştirilerde bulunmuştur. Cahit Zarifoğlu’nun Sezai
Karakoç’tan öğrendiğini tahmin ettiğimiz Batı’ya nasıl bakmamız gerektiğini
anlatan “Afganistan Çağıltısı” da anılmaya değer:
“Kim diyorsa ki
batılılarla başımız bir taşta
Cellatlarla aynı
kaptan yiyoruz
Aynı kirli hava
Aynı kafa
ayağımızın bodrumunda
Hayır arkadaş bu
hesap bambaşka
Ne son aylardayız
ne bu son gün
Sanki dünya bir
tek kaldırıp vuracağım gürze gebe” (367)
SSCB’nin zulmüne uğrayan Afganistan,
birçok şairimiz gibi Erdem Bayazıt’ın da canını yakmış ve dolayısıyla şair, “Afganistan
1400” ü kaleme almıştır:
“Haydi kalk
savaşçı
Madem mesafeler
girmiş Afgan cephemizle aramıza
Ve madem
ayaklarımıza bağ olmuş
Yolumuzu kesmiş
rotatifler teleksler
Holdingler
karteller
Çok uluslu
ebucehiller
Öyleyse ey şair
sen de davranmalısın
Şiiri bir mızrak
gibi kullanmalısın
Mısralarını şarjör
gibi sürmelisin damarlara
Kalbinin
titreşimlerini ayarlamalısın” (132)
Şiirde bu tarz başarılı örnekler bir elin
parmaklarını geçmeyecek kadar az. Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”
kısmen başarılı olsa da Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi bazı şairlerin destan
denemeleri beklenen niteliğe kavuşamamıştır. Destan, uzun bir soluk ve dava
bilinciyle yazılabilir ancak, her şairin harcı değildir. Dünya edebiyatından da
bilmekteyiz ki savaş ve darbe yaşamış toplumlar, daha ziyade anı, roman,
hikaye, tiyatro gibi türlerle yıkımlarını dile getirmişlerdir, daha sonraki
yıllarda ise sinema devreye girmiş, açıkçası şiire gerek kalmamıştır, çünkü bu
türler yaşanmış bir kanlı şiirin tahlilleridir adeta.
15 Temmuz şokunu hala atlatabilmiş değil
toplum ve toplumun manevi sözcüsü şair, halbuki şiir için aydınlık bir zihin ve
kalp gerekli. Şok halindeki birinden saçma sapan sayıklamalar ya da mırıldanmalar
duyabiliriz ancak. Şoktan kurtulunsa bile acıyı sindirmek uzun zaman alıyor,
yaralıyken yazılmıyor, belki de yaranın iyileşmesini beklemek gerekiyor. Necip
Fazıl 60 darbesini, ancak darbeden üç dört yıl sonra, Adnan Menderes’in idamını
anlattığı “O Zeybek” şiiriyle dile getirebilmiştir.
“Zeybeğimi, birkaç
kızan, vurdular;
Çukurda üstüne taş
doldurdular.
Bir de ya kalkarsa
diye kurdular…
Zeybeğim,
zeybeğim, ne oldu sana?
Allah deyip, şöyle
bir doğrulsana!” (384)
Necip Fazıl, Menderes’in ipte sallanışını
kalıcı hale getiren o acı fotoğrafı aşmayı ve Menderes’i ipten alıp toprağa
vermeyi başarmıştır. Önemlidir bu hamle.
Hayal dünyamız televizyon ve sosyal
medyanın saldırısı altında. Gizli saklı gerçekleştirilen işkenceler, ölümler
bile bir cep telefonu aracılığıyla gün yüzüne çıkabiliyor, dolayısıyla söze
gerek kalmıyor. İnsan yaratılışı gereği sözden çok göze inanır. Fotoğraf
makinesi resme kafa tuttu, sinema romana. Makineler sanatçıyı saf dışı bırakmak
üzere. Bu bakımdan bana nazaran Baudrillard çok iyimser, insanı yok saymıyor:
“Medyalar, bilgi-işlem ve video teknolojisi sayesinde herkes fiilen yaratıcı
oldu.” (2010, 21). Bence burada herkes değil de, her makine denilmeliydi, çünkü
insan bir masa, sandalye kadar edilgen. Medyanın görsel bombardımanı,
geldiğimiz noktada, sanatın yıkılmaz kalesi diye gördüğümüz şiirde de gedikler
açmış durumda.
Nasıl bu kadar tehlikeli hale geldi masum
görüntüler? Sudaki yansımalar ve aynalardan bugüne kısa, çizgisel bir analizde
bulunalım: Aynadaki görüntümüz; gölgemiz gibi bize bağlıdır, bir bellek sahibi
olmayan aynanın önünden çekildiğimizde yok olur. Ayna karşısındaki ilk
insanların şaşkınlıklarını, sarsılmalarını tahayyül bile edemeyiz. Yolda
kendimizle karşılamamız gibi bir durumdur bu. Aynadan, merceğe geçtik;
mikroskop, teleskop, fotoğraf makinesi derken sinemaya kadar işi götürdük.
Hayal dünyası, gözle görülür hale geldi, sanal dünya gerçek dünyadan daha hızlı
üredi, kişinin ruh sağlığını bozan “öteki ben”ler türedi. İçinde kendisinin de
yer aldığı videoyu bir film yıldızı gibi izleyen kişi, kısa bir süre sonra görüntüdeki
yansımasının, yani o “öteki ben”in görüntü halinde bile olsa yaşıyor olmasından
rahatsızlık duyar, çünkü eşsizdir, benzeri doğmamalıdır. Bu durum, duyargaları
gelişmiş sanatkârları altüst edebilir. Aslında insan, genel görüşün tersine
ötekinden çok benzerinden korkar, tıpkısından kaçar, çünkü onun kendisinin
yerini alma ihtimali vardır. Platon’un idealar alemine benzer bir durum ortaya
çıkar, görüntü aslının yerine geçmeye çalışabilir. Yapma gül “ben daha uzun
ömürlüyüm, bu yüzden gülün aslı benim dese” kalakalırız. Eskiden yalnızca
Nemrut, Firavun gibi krallar Tanrılık iddiasında bulunurken şimdilerde
Tanrı’nın öldüğüne inanan insanların çoğu Tanrılıklarını ilan etmişlerdir. Bu
sapkınlığın kaynağını yine Tevrat ve İncil gibi tahrif edilmiş kutsal
kitaplarda bulmak mümkün, ne diyor o kitaplar: “Tanrı, insanı kendi suretinde
yarattı.” Bizde de bu anlayışın uzantısı hadislerde bulunmakta. Batılı adamın
bakışı daha katı: Ya onların simülasyonu olacağız ya yok. Benzerini kendine
katma isteği (irredantizm) olduğu sadece bir yanılsama. AB’ye giremeyişimizin
nedeni de burada yatıyor. Siyahilerin başına gelenleri biliyoruz, onlar,
onlardan olma şansı tanımazlar öteki olana.
Yine Batılı adamın icadı sinema makinesi,
bir bulaşıcı hastalık gibi “çoklu kişilik bozulması”nın yayılmasına neden oldu
bence. Cep telefonları ile video çekimi yapmak, yukarıda da belirttiğim gibi
biricikliğin ipini de çekmek anlamına geliyor. Baudrillard’ın “Öteki, kendimi
sonsuza dek yinelememi engelleyendir,” (2010, 164) sözü burada anlam kazanıyor.
Aynadaki gibi, resim ve fotoğrafa karşı daha sakin olmamızın nedeni oradaki
“öteki ben”in kısa bir süre içerisinde ölecek olmasıdır, çünkü asıl varlık
değişim üzeredir. Yıllar geçip yaşlandıkça fotoğraflardaki bu genç ölümlerden
hortlak görmüşçesine korkarız, halbuki etrafına ceset kokusu yayan yaşlılık
hallerimizden korkması gereken o gençlik fotoğraflarımızdır. “Aynada kendi
düşselliğiyle oynayan öznedir. Objektifte ve genel olarak ekranlarda ise tüm
medyatik ve tele-kompüter tekniklerin lehine kendini ‘kuvve olarak’ teslim eden
şey nesnedir,” (2010, 57) diyen Baudrillard hayatımızı çevreleyen basit
objelerden önemli bir sonuca varmış. Evet, sudan yansıyan kendi güzelliğine
âşık olup derde düşen Narkissos’a döndü modern insan, cep telefonuyla
durmaksızın kendi fotoğrafını ve videosunu çekip izliyor, facebook ve
instagramda hazla paylaşıyor, nevrotik haller içerisinde farkında olmaksızın
kendini tapınç nesnesine dönüştürüyor. Baudrillard bu durumu şöyle dile
getirmekte: “Ölümden sonraki kalıcı sonsuzlukta değil; yapay belleklerde dal
budak salmanın geçici sonsuzluğunda, sanal bir sonsuzlukta kendini aşmayı
istemeyen bir hareket yoktur artık… Ötekiliğin cehenneminden aynılığın esrikliğine,
ötekiliğin arafından özdeşliğin yapay cennetine geçildi.” (2010, 58-9). Her
yerde görülme çabası kişiyi, öte dünya inancından uzaklaştırdığı gibi viral
(virüs) duruma düşürebilir de. Şair ve yazarların ekrana çıkma ve sosyal
medyada gündeme gelmek arzusu sanatın farklı ve az bulunur olma özelliğiyle
çelişmekte. Buna ek olarak böylesine egosantrik ve aynı zamanda paradoksal
durum, insana eşsiz olduğu vehmini fısıldıyor, onu evlilikten uzaklaştırıp bekar
yaşamaya itiyor, sonra birdenbire o çoğalan görüntüler eşsizliği sel suyu gibi
alıp götürüyor. Bu tür sonuçları görmüş olmalı ki İslamiyet daha en başından
resmin hayatımızdaki yerini tartışmıştır.
Gelelim yazıya. İlk yazı hiyerogliftir
(resimsel yazı), yani yazı prototipleri görüntüyü amaçlar. Göktürk alfabesi de diğer
bütün alfabelerde olduğu gibi resimlerden türetilmiştir: Ev, çadır şeklinde gösterilmiş,
ok ve yay birer harfe dönüşmüştür. Zamanla resimsel yazı, soyutlanarak bugünkü
halini almıştır, soyutluk kazanmasaydı İslam’ın yazıya da temkinli yaklaşması
muhtemeldi.
Bize bugün çok normal gelen yazı, aslında
şaşkınlık verici bir buluştur. Umberto Eco, bu anlamda çok hoş bir örneği
“Yorum ve Aşırı Yorum” kitabına alıntılamış: “John Wilkins, Mercury; Or, the
Secret and Swift Messenger (1641) adlı yapıtının başında şu öyküyü anlatır:
‘Yazı sanatının ilk icat edildiğinde nasıl tuhaf bir şey olarak göründüğünü,
yakınlarda keşfedilen Amerikalı Kızılderililerin tavrından tahmin edebiliriz.
Kızılderililer insanların kitaplarla konuştuğunu gördüklerinde şaşırmışlardı ve
bir kağıdın konuşabileceğine bir türlü inanamıyorlardı…’” (55, 2008). Bir çok
icat ve yenilik muhatabında şaşkınlık yaratmıştır: Tüfek, matbaa, araba, hele
de uçak.
Mıguel De Unamuno “Günlükler”inde yazı-söz
üzerine metafizik düşünmelerde bulunmuş: “İncil özü itibarıyla sözlü
gelenektir, insanlar tarafından ilkel ciltleri tartışmaya açık bir metne
dökülmüş olan sözlü gelenektir. İnsanların arasında ortaya çıkan da Kanun
(Yazı) değil, Kelam’dır (Söz). Kuşakların Hıristiyan hayatı tamamen sözlü,
insan tarafından yazıya dökülmüş olan, bir geleneği takip eden, maddi bir
kalıcılığı olmayan bir tanrısal vahiye dayanır. Ruh canlandırır, harf öldürür.”
(2008, 32). Roland Barthes “Yazı Üzerine Çeşitlemeler-Metnin Hazzı” adlı
kitabında adeta Unamuno’yu destekler: “yazı, bir işin bitiş noktası değildir,
telaffuz edilen sesleri kağıda aktarmak, söze dökmek değildir; daha ziyade elle
üretmek demektir, bir uygulamadır, meslektir, yavaşlıktır, marangoz
işçiliğidir, yüzeyin üzerinde oyuklar açma arzusudur, diyaloğa sığınmak
değildir. Yazı, sese yanıt vermemekle birlikte düşünceden de uzaktır: her şey gittiğinde
geriye kalan son etkinliktir.” (2007, 13). Doğrusu kokuyu, dokunmayı, tatmayı
veremiyor yazı. Aynı şekilde resmin ve dolayısıyla yazının torunu da
denilebilecek hareketli görüntü, canlı halinde olduğu gibi üç boyutlu bir hacim
kazanamıyor. Her türlü eksik kalıyor. Öte yandan görüntülerin varlığı elektrik,
pil, şarj, uydu, ekran vb. dış etkenlere bağlı. Yazı, görüntünün bu
boşluklarını (koku, dokunma ve tatma), soyutlamalardan yararlanarak
doldurabilirse başarılı olur, diye düşünüyorum. Çok çağrışımlı girift imgelerle
yaratılan modern şiir bunu amaçlar.
Her nesnede olduğu gibi yazının da kapital
boyutu bulunmakta. Barthes bu noktaya değinir: “Uygarlık, muhasebe ve noterlik
üzerine kurulur; dinsel göstergeler laikleşir, bütün tarihçiler, bu tarihsel ve
coğrafi bölgede yazının icadını ekonomik gereksinimlere bağlamak konusunda
fikir birliği içerisindedir. Dahası da var: alfabenin icadıyla tek tip paranın
icadı arasında bir tür paralellik kurulmuştur.” (2007, 57). “Sümer toplumunda
yazıcılar en zengin ailelerden gelirdi; kadınların kabul edilmediği yazıcılık
mesleği çok saygın bir meslektir: bazı yazıcılar kral olurdu… Hititlerde
yazıcılar, en kıymetli savaş ganimetleri olarak görülürdü.” (2007, 64). Bedir Savaşı’nda
esir düşen müşriklerin her 10 Müslüman’a okuma öğretmesi karşılığında özgürlüklerine
kavuşmaları da ekonomiyle ilgilidir. Bu bilgi, kitap okumaktan ziyade, birçok eski
kavimde olduğu gibi ticaret için kullanmıştır. Çağ bunu gerektirmektedir. Ama
dini menfaatleri uğruna kullananalar da çıkmıştır. Kilise, kolay paraya dönüşen
bilgiyi tek elde tutmak için matbaaya şeytan işi diyerek şiddetle karşı
çıkmıştır. Bu meseleyi Victor Hugo “Notre Dame’nin Kamburu”nda irdeler. Yani
yazının makine ile çoğaltılma girişimi sadece Osmanlı toplumunda gerilim
yaratmamış. Modern zamanlarda ise yazının (resmin) gücünü, hareketli görüntüler
ele geçirdi, değişen bir şey yok, eski çağlarda yazıya aristokratlar
hükmederken, bugün de büyük televizyon kanallarına, internet sitelerine burjuva
hükmediyor. Oyuncular ve sunucular ise onların yazıcıları durumunda.
Şiir, kör şairlere, en azından
gereksiz ayrıntılara kör kalmayı başarabilecek şairlere ihtiyaç duyuyor. Homeros
Truva’yı savaş meydanında yaşasaydı, İlyada ve Odysseia’yı yazabilir miydi,
körlüğün büyüteciyle kendi iç dünyasına bakmayı bilmişti. Mehmet Akif’e
“Çanakkale Mersiyesi”ni yazdıran, gözyaşı döktüren, onun savaşı görmemiş,
kanının akmamış olmasıdır. Savaşlar hayal dünyasını yıkar ve kan, şairin hayal
dünyasından akar. I. Dünya Savaşı’nda subay olan Ahmet Haşim, ölümü iliklerine
dek duyduğu için savaşa dair yazamamış, epikten kaçarak liriğe sığınmış
olabilir. Yani bu durumu açıklamakta Haşim’in genel poetik tutumu yetersiz
kalabilir.
Varlık yokluk mücadelelerini anlatan büyük
şiirlere, yani destanlara halk muhayyilesinin de dahil olduğunu görürüz, koca
halkın bir metne okur olarak katkıda bulunmasının o metni ne boyutta
büyüteceğini edebiyat tarihinden bilmekteyiz. Sözlü gelenek modernizmin varmak
istediği yerde, ha bire bir ozana ya da yazara dönüşen halkın katkılarıyla
çoğalıyor. Yazı, metni muhkem hale getirirken okurun zihni zapt edilemez
hareketliliktedir ve sözlü işler. Değişim, sadece okurun kafasında gerçekleşir,
eleştiri metnine dönüştürülmemesi durumunda ise unutulur, hiçbir zaman nihai
hedefine ulaşamaz. Kimi anlamlar ise yazarın mimiklerinde, jestlerinde kalır,
bulunduğu ortam anlamın bir bölümünü emebilir. Söz, yazıdan önemlidir,
demiyorum, ama yazı, sözün özgün yanlarını, gücünü kendi bünyesine katmanın
yollarını bulmalıdır.
II. Dünya Savaşı’nı kaybeden Hitler’in
intihar ederek ruhunu; bedenini yaktırarak somut varlığını düşmandan
kurtarması, onu yokluğun ve dokunulmazlığın eliyle destanlaştırmıştır. O, yazı
değil de söz olmak istemiş adeta; diri veya ölü düşman eline geçseydi, büyük
bir itibar kaybına uğrayacağı kesindir, Hitler bunu öngörmüş olmalı, çünkü II.
Dünya Savaşı’nda çok fazla savaş suçu işlenmiştir. Saddam’ın bütün dünyanın
gözüne sokula sokula asılması, kameralar önünde Kaddafi’nin dayakla
katledilmesi manidardır. Anlık-popülerlik diyebiliriz buna, ışık gibi ekranda
birdenbire parlayıp karanlıkta yok olmak. Modern zamanların şeytani fikri
değildir bu, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiştir. Mesela Abbasiler
iktidarı ele geçirdikten sonra bütün Emevi sultanlarını mezarlarından çıkarıp
asmışlardır. Tarih, kafası mızraklara geçirilen krallarla doludur. Hitler’in
bunları bilmemesinin imkanı yok.
Belli ki, 15 Temmuz, görmenin tacizine
uğramamış bir hayal dünyasının zenginliğiyle anlatılabilir ancak.
Baudrillard’ın şu cümlelerine katılmamak mümkün değil: “Gerçeklikten
kurtulunca, gerçeklikten daha gerçek olabilirsiniz: Hiper-Gerçekçilik.” (2010,
23). Bu direnişin şiirini, darbeden uzak,
Türkiye dışında bir Müslüman şair, yazıyı da aşarak yazarsa şaşırmamak
lazım, çünkü o kişi bizim yaşadıklarımıza dışarıdan bakacaktır ve görsel
medyaya da meydan okuyarak kendi imajlarından ödün vermemeyi başaracak, sahici
şiire ulaşacaktır ya da borçlarımız gibi bu mühim iş de gelecek nesillere
kalacaktır. Torunlarımızın bizden daha zeki olacağı muhakkak. Ümit varız.
Yaklaşık iki yüzyıldır acı çeken bu büyük
milletin şairi olmak öyle kolay değildir.
Şairinden yazarına, siyasetçisinden düşünürüne herkes bu milletin
sözcüsü olmayı hak edip etmediğini sormalı kendisine, yoksa kenara çekilmeli,
gölge etmemeli.
Zafer Acar
KAYNAKÇA:
Bayazıt,
Erdem; Şiirler, İz Yayınları, İstanbul 2007.
Jean
Baudrillard; Kötülüğün Şeffaflığı, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 2010.
Karakoç, Sezai; Alınyazısı Saati, Diriliş
Yayınları, İstanbul 1995.
Kısakürek, Necip Fazıl; Çile, b.d.
Yayınları, İstanbul 1995.
Mıguel De Unamuno; Günlükler, Çev: A.
Burak Zeybek, Sel Yay., İstanbul 2008. Roland
Barthes; Yazı Üzerine Çeşitlemeler/Metnin Hazzı, Çev: Şule Demirkol, YKY,
İstanbul 2007.
Roland Barthes; Yazının Sıfır
Derecesi/Yeni Eleştirel Denemeler, Çev: Tahsin Yücel, İstanbul 2009.
Umbeto Eco; Yorum ve Aşırı Yorum, Can
Yayınları, İstanbul 2008.
Zarifoğlu, Cahit; Şiirler, Beyan
Yayınları, İstanbul 1989.
0 Yorumlar