Öncesi
Hacca gitmek, burada itiraf ediyorum, benim dünyamda diğer ibadetler kadar yer
etmemişti; nasıl desem, Kaf Dağı’na gitmek gibi bir şeydi benim için. Ailemden
hacceden bulunmaması bunda etkili olabilir ama bu duyguyu yaşamamda daha başka
faktörlerden de söz edilebilir. Bir defa yüz yıl evveline kadar halifenin güneşi
altında olan Hicaz bölgesi, bugün küresel güçlerin gölgesinde yönetiliyor.
Suudların genel politikalarının, emperyalist devletlerle temasının ve bizimle
ilişkilerinin iç açıcı olmadığını söylemeye gerek yok. Umrede olduğum sırada
–konumuza yavaş yavaş giriyoruz- bir diğer Müslüman ülke Yemen’le savaş
içerisindeydi mesela. Bizi Medine’den Mekke’ye götüren rehberimiz, doğumuzda
Kızıldeniz’in olduğunu söylüyor, kuzeyimizde ise acı bir gülümsemeyle Yemen’in
bulunduğunu ancak savaş olduğundan oraya gidemeyeceğimizi belirtiyordu.
Türkiye’ye döndüğümdeyse savaşta Yemen'i destekleyen İran’ın, vatandaşlarına
umre yasağı koyduğu haberiyle karşılaşacaktım. İçimizdeki şeytanlarla
dışımızdaki şeytanların birlikteliği, işte böyle mezhep kavgalarını doğuruyor…
Konunuza dönelim: Bir diğer faktörse haccın, umrenin bizde gençlikte değil daha
çok yaşlılık döneminde hatırlanması. Gençlerin, orta yaşlıların tercihleri,
imkân bulduklarında Batı’dan yana oluyor; gayet dindar gençler için bile durum
böyle. Bunu kendi umre kafilemizde de, Mekke ve Medine’de karşılaştığım diğer
Türkler arasında da gözlemledim. Gençliğimi günahtan kaçınmadan özgürce
yaşayayım, yaşlılığımda bir ara gider tövbe eder, arınırım, duygusu mu var acaba
bilinçaltımızda? Olabilir, ancak söylemeliyim ki Kâbe’yi tavaf etmek, Merve ve
Safa tepeleri arasında say yapmak beden sağlığı gerektiren ibadetler;
yaşlılarımızın önemli bir kısmı bu ibadetleri tekerlekli sandalye yardımıyla
yapıyorlar. Her türlü dünyevi işe koştuğumuz şu genç bedenlerimizi Allah’ın
yolundan niçin esirgeyelim.
Daha dört beş ay öncesine kadar, 23 yaşında umreye gitme saadetine ereceğimi
asla tahmin edemezdim. Özeleştirimi yapayım, benim zihnimde de Avrupa’ya gitme
hayalleri birbirini kovalıyordu. Hatta tam geçtiğimiz yılın sonlarında okulu
bir yıl daha uzatıp öğrenci değişim programıyla altı aylığına yurt dışına çıkma
planı yapıyordum ki babaannemden birlikte umreye gitme teklifi aldım. Yani ben
Batı kapılarını zorlarken Doğu bütün cömertliğiyle bana kapılarını açtı.
Üstelik bu teklifi tam da 23 yaşına girdiğim gün aldım. Umreye gideceğimi
öğrenenler, babaannemle gideceğimi öğrendiklerinde ayrıca mutluluk
duyuyorlardı, çünkü bunun gerçekten ortadaki maneviyatı artıran bir tarafı
vardı. Umreye gidişim, yoğun bir biçimde İslam tarihi ve düşüncesi üzerine
kitaplar okuduğum, peygamberler etrafında şiirler yazdığım bir süreçte
gerçekleşti. Allah, kendisini arama
gayretimi, beni evine davet ederek mi ödüllendiriyordu acaba? Peygamberin
Mekke’den Medine’ye hicretini, Hüseyin’in Medine’den Mekke’ye ve oradan da
Kerbela’ya yönelişini farklı farklı kaynaklardan okumuştum. Bu okumaların
yarattığı farkındalık, beni birçoğunda rastladığım turist duygusundan kurtarıp
muhacir, ensar ve mücahit coşkularıyla donatacaktı. Allah’ın harika bir biçimde
yarattığı ama maalesef şirkin, inkârın kol gezdiği bir diyardan hakikatin
topraklarına hicret edecektim bir nevi. Peki, gittiğim topraklar umduğum
topraklara ne ölçüde yakındı? Asr-ı Saadet’in geçtiğini bir defa daha
anlayacaktım, o asrın bizzat yaşandığı topraklarda hem de. Saadet mi? Bütün bir
ümmet binlerce yıl ağlayıp dövünse de, Ömer bütün şiddetiyle onun ölmediğini
iddia etse de Peygamberi yeniden diriltme kudreti ancak Allah’ın elinde. Ama
Peygamberin getirdiği ilahi mesajla sünnetin (yaşanabilir olma bakımından)
yeniden dirilişi bizim elimizde.
Umreye gitmeden umre/hacla ilgili bazı kitaplar okumak ihtiyacı hissettim doğal
olarak. İlkin Ali Şeriati’nin “Hac”cını okudum ve umreye gitmeden gitmiş kadar
oldum. Bu kitabı okumak için Hac’ca gidecek ya da gitmiş olmaya gerek yok.
Adeta şiir gibi bir metin, Şiilerin ruhsal yoğunluğunu fazlasıyla ortaya
koyuyor. Haccın anlamını kavramak adına bir rehber olarak düşünülmeli. Muhammed
Esed’in “Mekke’ye Giden Yol”unu okumaya başladım ancak bitiremedim. İstesem
umrede bitirebilirdim fakat bu kutlu yolculukta yanıma Kur’an’dan başka kitap
almamayı tercih ettim, Kur’an’ı indiği topraklarda okumanın lezzetine varmaya,
inen her ayetin bir kesimde heyecan diğer kesimde nefretle karşılanmasındaki
ilahi sırra ulaşmaya çalıştım. Sonra düşündüm ki o günle bugün arasında hiçbir
fark yok. Kuran’ı, o günlerdeki gibi bugün de küçük bir topluluk aşkla okuyor,
bir kesim yalanlıyor ve ciddi bir çoğunluk da çıkarları doğrultusunda işte
ortada bir yol tutturmaya çalışıyor.
Kendime bir okuma programı yaparken, sevdiğim yaşayan şair-yazarlardan pek
azının hac/umre üzerine kitap yazdığını fark ettim. Bir Necip Fazıl’ın “Hac”
kitabı aklıma geliyor şu an. Evet, müstakil çalışma az ama edebi yaratılarda
hac üzerine göndermeler de oldukça az. Sanki I. Dünya Savaşı’nda yaşadığımız
hadiseler sadece halkta değil aydınlarımızda da kutsal topraklara değilse de
oranın insanına karşı gizli bir küskünlük oluşturmuş. Bu küskünlüğün kiminde
nefrete dönüştüğüne umrede de tanık olacaktım. Neden böyle? İhanetse daha başka
pek çok unsurun ihanetiyle karşılaşmışız. Niçin onlar bu kadar gündeme
getirilmiyor da Araplarınki sürekli gündemde tutuluyor? Bunda Batılı
devletlerin propagandalarının rolü büyük ama bu, bizden kaynaklanan bazı özel
durumların varlığını gözden kaçırmamıza da neden olmamalı. Batılıların bize
bakışlarında olduğu gibi bizim Araplara bakışımızda da bir kendini üstün görme
hastalığı var sanki. Batı’ya kabul ettiremediğimiz Batılılığımızla yaklaşıyoruz
Araplara ve bu şekilde kendimizi artık modernleştiğimize inandırmaya
çalışıyoruz. Toplumumuzun önemli bir kısmı için geçerli görünüyor bu.
İstanbul’dan kutsal topraklara birçok akraba ve arkadaşımın selamıyla birlikte
Eyyüb-El Ensari’nin, Fatih’le arkadaşlarının şikâyetlerini de götürüyordum.
Çünkü onların İslam’la şereflendirmek uğruna hayatlarından vazgeçtikleri
İstanbul, bizim elimizde fethedilmiş değil adeta işgal edilmiş topraklara
dönüşmüştü. Medine’yle Mekke’nin de benzeri bir kadere terk edildiğini görünce,
“Peki nereye sığınacağım” sorusu ciğerimi sökmeye başladı. Yine de bu üç şehrin
de bizlerce hırpalanmış bedenlerinin altında sapasağlam bir ruh var ki
hayatımızı o ruha borçluyuz.
Aykut Nasip Kelebek
0 Yorumlar