Dördüncü Gün
Evet, ihrama girdik, otobüsle Mekke’ye gidiyoruz.
İhrama girmek, abdestli olmak, oruç tutmak gibi birtakım yasaklar içeren bir
durum; saç ve tırnak kesmek, iç çamaşırı giymek yasak mesela… Hal ve
hareketlerinize çekidüzen veriyor, haccın kutsal dairesine girmiş oluyorsunuz…
Bu bilinçle baktığımda, sigara içen, türlü lakayt hareketlerde bulunan
umreciler rahatsızlık yarattı bende.
Medine
ile Mekke arası yedi saat sürdü. Gayet lüks otobüsle bu kadar süren ve yoran
yol, kim bilir Peygamber ve sahabeyi ne kadar bitkin düşürmüştü? Sadece bu
yolculukta değil bütün umre boyunca türlü karşılaştırmalarda bulundum. Sürekli
bin dört yüz evveline gitmedim, bazen yakın zaman da ibretlik kıyaslama
imkânları sundu bana. Bizler İstanbul Medine arasını üç saate düşüren uçakları
beğenmiyorduk, dört yıldızlı otelleri, klimalı odaları, her türlü yemeğin
bulunduğu restoranları beğenmiyorduk; acaba bundan sadece yirmi yıl öncesinin
hacıları ibadetlerini ne güç koşullar altında yerine getiriyorlardı?
Rehberimizin anlattıkları göz yaşartıcı cinstendi. Müşkülpesent hacılarımız
adına değil bizim adımıza elbette. Kanaatsiz, sabırsız, tamahkâr insanlar olup
çıktık. Dertli gönlüm, rehberimizin otobüste “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk”
seslenişiyle teskin oluyor, “Allah büyük” diyor. İçten bir Müslüman olan
rehber, bu kadim hac ifadesinden sonra çocukluğumdan beri aşkla katıldığım
birkaç ilahiyi okumaya başlıyor. İlkin daha ziyade bayram namazlarında okuduğumuz
“Allahü Ekber Allahü Ekber La İlahe İllallah”... Ardından çocukluğumun teravih
namazlarını adeta şölene çeviren “Allahümme Salli Ala Seyidina”…
Mekke’de
bizi Zemzem Tower adlı şu kadar metre yüksekliğindeki, şehrin her tarafından
görülebilen kuleler karşılıyor. İstanbul’da yaşayan biri olarak gökdelenlerden,
büyük alışveriş merkezlerinden çok yakınmıştım ancak hayatımda hiçbir yapı beni
bu kadar dehşete düşürmemişti. Osmanlılarca yapılan tarihi Ecyad Kalesi’ni
yıkıp yerine bu ucubeyi dikenler, bir de utanmadan Zemzem adını vererek tarihin
o en temiz suyunun adını kirletmişlerdi. Hazreti Hacer’in uğruna ağladığı,
feryat figan ederek Safa ve Merve tepeleri arasında döndüğü Zemzem bu muydu?
İsmail’in susuzluğunu bununla mı gidermişti? Şüphesiz, bu, günümüz insanının,
para için her şeyden vazgeçebilecek günümüz insanının gıdasıydı. İki zemzem
arasındaki fark, insanlık tarihinin kısa bir özetini verecektir. Maalesef
bedenimiz Kâbe’ye dönükse de ruhumuz Zemzem Towerların peşinde. Ne anekdotlar
çıkar buradan, masum bir teyzenin, Kâbe zannetmiş olmalı ki, bu çirkin yapılara
bakıp gözyaşları içerisinde dua ettiğini gördüm. Mahşerde gerekirse herkesi
affederim ama bir Müslüman olarak bu durumu yaratanlardan kesinlikle hesap
soracağım.
Beşinci Gün
Dördüncü günle beşinci gün arasına uyku girmedi, otelde
yemeğimizi yedikten sonra biraz dinlendik ve doğruca otele beş dakika
uzaklıktaki Kâbe’ye yollandık. O bir haftanın her anı heyecan vericiydi ancak
Kâbe’ye gidiş hâliyle bambaşkaydı, çünkü umreyi tavaf ve say yapmak suretiyle
orada gerçekleştirecektik. İbrahim Peygamber tarafından inşa edilen,
Peygamberimizin nice mücadelesine ev sahipliği yapan, putlarla kirletilen ve
sonra putlardan temizlenen, daima ilgi odağı olmuş Kâbe’ye gidiyorduk. Pek çok
ucubenin dışında güzel yüzlü insanlar ve Mescid-i Haram vardı etrafımızda.
Kâbe’yle ne zaman karşılaşacağımı bilmemenin heyecanı vardı içimde, derken
Mescid-i Haram’da iki rekât namaz kıldık ve Cuma gecesinin yarattığı muazzam
kalabalığın arasında yürümeye çalıştık. Gerek İstanbul gerekse de Medine’de “Kâbe’yi
ilk gördüğünde ‘Allah’ım bütün dualarımı kabul et’ de” şeklinde dua yapmam
konusunda defalarca şiddetle uyarılmıştım. Açıkçası böyle bir anda, böyle bir
duada bulunmak, bana Kur’an’ın özüne uymayacak biçimsel bir âdet gibi gelmişti;
bu nedenle uyarıları dikkate almamıştım. Şimdi aynı cümleyi ikazı rehberimiz
yapıyordu, bu demekti ki birkaç saniye sonra Kâbe’yi görecektik. Sonunda,
Mekke’ye girdiğim andan beri beni sonsuz güçte bir mıknatıs gibi kendine çeken
Kâbe’yi gördüm ve dualarımın makbul kılınmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz eyledim.
Anladım, sadece o gece değil kendimi bildim bileli beni kendisine çeken meğer
Kâbe’ymiş. Hasret bitmiş, düğüm çözülmüştü. Binlerce kardeşimizle birlikte
dualarla tavaf ettik. İçinden geldiği gibi değil elindeki kitaba bakarak dua
edenleri içimden eleştirdim; çünkü İslam, kulun Allah’a doğrudan seslenmesini
emreden, kişinin –maddi tarafını ihmal etmeksizin- manevi cephesini esas alan
bir din. Karşımızda, bir harfi yanlış yazdık diye bizi sınıfta bırakan –hâşâ-
lise hocası yok. Kendi duamızı kendimiz söyleyecek şuurla yaratmış bizi Rab.
Bununla sadece tavafta değil zemzem içip biraz dinlendikten sonra say’da da
karşılaştım, Allah bütün ibadetleri makbul eylesin, diyelim.
Daha
ilk gecemizde dikkatimi bir şey çekti: Bizleri, gayr-i Müslimlerin
giremeyeceğini belirten bir uyarıyla karşılayan Haram bölgede, bütün binalar,
dükkanlar, alışveriş merkezleri,
konuşmalar, her şey, İngilizcenin boyunduruğu altındaydı. Ne acı bir paradoks,
değil mi? Gayr-i Müslimleri –elbette dinin gereği olarak- kabul etmiyorsun ama
onların dilleri başının üstünde ağırlıyor, ağırlamak zorunda kalıyorsun. Mescid-i
Haram’ın karşısına diktiğin yüzlerce metrelik yapıya onların kelimelerini
veriyor, gideceğin yerin adresini onların cümleleriyle soruyorsun: “Where is
Kâbe?”, “Oh, so far” Evet, çok çok uzak…
Altıncı Gün
İstanbul dönüşünün artık yaklaştığı günler… Arafat
Dağı’na gittik, Âdem’le Havva’nın birbirine kavuştuğuna inanılan yer, burada
epeyce vakit geçirdik. Buranın tarihsel/mistik değerine pek inanmıyor anlaşılan
bizim umrecilerimiz, ki pek çok kayaya kendilerinin ve memleketlerinin
isimlerini karalamışlar. İstanbul’da üç yüz yıllık çeşmeleri karaladıklarını
gördüklerinde artık şaşırmayacağım. Ellerinde kalem olsa Âdem’le Havva kalp
çizip kendi isimlerini yazmazlardı herhalde. Bunu anlattığım deneyimli arkadaşlarım,
Hira Mağarasının bile karalamalarla dolu olduğunu söylüyorlardı. Arafat’tan
sonra İbrahim’in gökten inen kurbanı kestiği, şeytanı taşladığı bölgeleri
gezdik ve Nur Dağı’nın önüne geldik. Maymunlar varmış bu dağda, kendilerine muz
ikram etmeyenlerin çantalarını çalıyorlarmış, nitekim rehberimizin eşi böyle
bir hırsızlığa (!) maruz kalmış. Rehberimiz dağda hırsızlar var dediğinde ben
mecaz yaptığını zannetmiştim, meğer hakikatmiş. Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası
bilindiği gibi Peygamberimize ilk vahyin indiği yer. Durup dururken inmiyor
elbette, Peygamber adeta kendine çekiyor vahyi. Kaynaklarda da detaylı
anlatıldığı gibi Peygamber, sıkça bu mağarada inzivaya çekilir, tefekküre dalarmış,
Hazreti Hatice de hiç yüksünmeden Peygamberimizin yemeğini getirirmiş. Bir de
modern zaman evliliklerindeki ego yüklü tartışmaları, boşanmaya götüren
kavgaları düşünelim: yemeği sen yap, elbiseleri sen ütüle, alışverişe sen çık…
Âdem ile Havva ve Peygamberimizle Hazreti Hatice’nin evliliklerinden
çıkarılacak çok sonuç var aslında. Arafat ve Nur Dağları, bu evliliklerin
yüceliği sürekli hatırlansın diye yaratılmışlar sanki. Buluşma yeri anlamına
gelen Arafat’ta kendi Havva’mızla buluşabildik mi? Havva orada, hasretten yanmış
bir halde bizi bekliyordu aslında; ama biz ona bir bardak su ikram etmektense
taşa toprağa adımızı yazmayı tercih ediyorduk. Oysa Âdem ile Havva’nın tarih
boyunca anılması, isimlerinin maddeye değil manaya kazınmış olmasındandı.
Yedinci-Sekizinci Gün
Pazar Hudeybiye’ye gittik. Hudeybiye, Peygamber’in
Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Anlaşması’nı imzaladığı yer. Bu alana Kanuni’nin
diktiği mescit, harabeye dönmüş. Hemen yan tarafına Suudlar bir camii
dikmişler, maksat aynı: Osmanlıyı unutturmak.
Pazartesi
başlayan yolculuğumuz, bir sonraki pazartesi akşamı uçağımızın hareket
etmesiyle son bulmuş oldu. Dönüş yolculuğu boyunca, kulağımda, hava alanındaki
sempatik Arap personellerin “Bahşiş, Bahşiş” kelimeleri yankılandı durdu.
Aykut Nasip Kelebek
0 Yorumlar