“Gökten zeplinle inmek” diye bir şey yok demeyin, var
dostlarım, bilhassa siyasette var, bu arada “zembil” (sepet) göstergesini de
yenilemiş olalım. Siyaset, bir adamı üç beş ayda parlatabilir, zor değil,
rengarenk görüntülerle, sihirli billboardlarla, facebook ve twitterdan atılan
nutuklarla, meydanlarda gövde gösterisi, sokak aralarında fısıltılarla ve
üzerine dökülen azıcık zulüm sosuyla bir adam üç beş ayda parlatılabilir, öyle
bir parlatılır ki, çamur bile ona cila gibi gelir, karalama kampanyası onun en
büyük reklamı olur. Egemenler, parlattıkları bu adamı skandal kasetle birden
yerin dibine sokar. O gayrı ahlaki kaset, zaten en başından beri ellerindedir. Bill
Clinton’ın Monica Lewinsky ile yaşadığı skandalı unutmak ne mümkün. “MOSSAD,
İsrail'in politikalarına karşı çıkan ABD Başkanı Clinton için Monica Lewinsky planını
devreye soktu ve o dönemde çok yıpranan Clinton, İsrail'in isteklerine boyun
eğmek zorunda kaldı” gibi yorumlar yapıldı. ABD tarihinin en başarılı başkanı
olarak gösterilen Bill Clinton, dünyada da çok sevilen bir liderdi, fakat Beyaz
Saray'daki 2. döneminde İsrail'in çıkarlarına karşı çıkmaya başladı, hatta
1997'de Washington'a ziyarette bulunan dönemin İsrail Başbakanı Benjamin
Netanyahu'ya, “işgal ettiğiniz Filistin topraklarını hemen terk edin. Siz
kendinizi süper güç olarak tanımlıyorsunuz. Süper güç siz değil biziz” dedi.
İsrail bu, durur mu, gizli planı devreye soktu. MOSSAD, 1995'te Yahudi ailenin
çocuğu olan Monica Lewinsky'yi, Beyaz Saray'a stajyer olarak göndermeyi
başardı, sonra olanlar oldu. Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışından bir
süre sonra 17 ve 25 Aralık operasyonlarının yapılması, kaset skandalları, ister
istemez gizli ve güçlü bir el olarak İsrail’i akla getirmişti. Yahudi iş
adamlarının gücü hiçbir zaman küçümsenmemeli. Öte yandan “Ergenekon” meselesi
sislerinden kurtulmuş değil. Evet, dünya devletlerinin çoğu, son yüzyıldır bu
şekilde yönetiliyor. Eğer bir lideri halkın gözünden düşürecek doneleri yoksa,
egemen güç, mümkünse darbeye yoksa suikasta baş vurur. Adnan Menderes darbeye, Kennedy
ise suikasta örnek verilecek iki isim. Turgut Özal’ın ölümünün sonunda, hâlâ
bir soru işareti bulunmakta.
Recep Tayyip Erdoğan, gökten zeplin ile inmedi,
hudayinabitti, halkın ve İslami oluşumların içerisinden geldi, Necmettin
Erbakan’ın dizi dibinde büyüdü. Birçok kalkışmaya rağmen Ak Parti 7 Haziran’da
yüzde 41’e düşse de devrilmedi. 1 Kasım seçimleri sonrasında muhalifleri pes
etmiş gibi görünüyor, bu sinsi görüntü yanıltıcıdır bence, dinleniyorlar, her
an yeni ve tehlikeli bir planla ortaya çıkabilirler. Bu durum kaçınılmaz mı? Kesinlikle
kaçınılmaz. Öyleyse bu durumda Ak Parti ne yapmalı? Her alanda Adalet ve
Liyakat Partisine dönüşmeli. Böyle olursa kalkınma zaten kendiliğinden gelecek,
bütün yanlışlar sıfırlanacaktır. Liyakat sınavı şöyle olmalı: Kişiden Ak Parti
çıkarılıp alındığında geriye bir şey kalmıyorsa vazgeçilmeli, bir karakter
kalıyorsa onla yola devam. Böylece paralel sızmalardan da belli orandan kurtulunur.
İnanın, bu sınav yapılsa kadro sıkıntısı yaşar parti, belki de bundan
çekiniyor. Aksi takdirde, Gezi olaylarının, 17-25 Aralık skandallarının
benzerini yaşamaktan kurtulamayacaktır.
Bürokratlar, Ak Parti’den
evvel bir isim-imza-karakter sahibiyse hata yapmaktan o derece çekinir, çünkü öncelikli
olarak kirlenecek kendileridir. Büyükelçilik görevinde bulunan Yahya Kemal ya
da Kırgız romancı Cengiz Aytmatov isimlerine zarar verecek
yanlış bir işe girişirler mi? İşte kişi, partinin
kendisine verdiği unvandan başka bir titre sahip değilse kirlenip kirlenmemeyi
önemsemeyecektir, parti zayıfladığı an içlerindeki pisliği dışarı
çıkaracaklardır. Bu tiplerin dört-beş aylık “yüzde 41’lik süreçte yaptığımız kârdır”
mantalitesiyle zayıflayan otoriteden faydalanarak hareket ettiğini, “Tayyip
Erdoğan gelse hayır dediysem evet demem, dava benim için önemli değil” gibi
sloganlarla elinde Ak Parti bayrağı, isminin önünde belediye başkan yardımcısı
unvanıyla orada burada fink attığını, cumhurbaşkanımıza hakaret eden Gezicileri
belediyeye konuşlandırdığını, ötesini söyleyemeyeceğimiz daha nice şeyler
yaptıklarını bilmekteyiz. Şahit: Eyüp Belediyesinde kültür bölümünde fazlasıyla
nitelikli faaliyetlerin altına imza attığı için işten atılan değerli şair-yazar,
Cahit Zarifoğlu’nun yanında “Mavera” dergisinde yetişmiş Seyfettin Ünlü. Bu
süreçte, liyakat sahibi dava adamı dostumuz işten çıkarıldı, camiamızın en
saygın öykücüsü Rasim Özdenören’in Seyfettin Ünlü hususundaki yanlışlığın
düzeltilmesi için belediye başkanına yazdığı akıl dolu nazik mektubu bile sorunu
çözmeye yetmedi. Biz de elimizden geldiğince susmadık, bunun nedenini bir grup
arkadaşla kültürden sorumlu belediye başkan yardımcısından öğrenmek
istediğimizde, bu benim bileceğim iştir, burası benim çiftliğim-çöplüğümdür, kimseye
hesap verecek değilim diyerek koltuktan kaynaklanan kibrini gözler önüne serdi.
Bu küçük adam, bizi cezalandırmak istercesine belediye tarafından ilan edilmiş
olan “Diriliş Dergisi: Sezai Karakoç” başlıklı ben ve Aykut Nasip Kelebek’in
birlikte bir gün sonra yapacağımız programın üzerini çizdi. Yani İslam’ın
üzerini çizdi. Biz bir Müslüman’a yakışacak tepkimizi verdik, o ise bir Münafık
gibi, birkaç gün sonra hakkında saygısızca konuştuğu Tayyip Erdoğan’ın belediyesinden
güç alarak kapımıza polis ekibi gönderdi. Kimi emniyet müdürlüklerinin hâlâ
paralel zihniyetle yönetildiği söyleniyordu da inanmıyordum. Tabii biz kültür
teröristleri yakalandık ve ifade verdik. Kaybettik mi, hayır, her zaman hayır
kazanır. Programımızı izlemeye gelenler ise kapıdan döndü. Kültürden sorumlu
belediye başkan yardımcısı, sanat ve kültür adına hiçbir işle uğraşmamış ajans
sahibi bir mühendismiş. Belediye ile ajansı arasında bir paralel çalışma hattı
çekmiş. Belediye ağacında armut piş, ajansta ağzıma düş yani, zengin olmuş,
sırtı pekmiş, kimseyi umursamıyormuş artık.
Bürokraside ayaklar baş olunca, amuda kalkmış bir yapının
hareket kabiliyeti elbette ki cambazlıklardan öte geçmez. Kaldı ki Tayyip
Erdoğan’ın paralel yapı için söylediği “ne istediler de vermedik” vurgusu,
ayakların baş edilmesinin nelere mal olduğunun açık bir göstergesidir. Oysa
gerçek düşünür ve Müslüman kültür adamları o dönemde hiçbir şey istemedi,
sadece hizmet etmek istedi, buna bile onca yıl paralel yapı tarafından kapılar
kapandı. Bugün geldiğimiz noktada o zihniyetin devam ettiğini görmekteyiz, pek
bir şey değişmedi yani. Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar kıymetlidir,
sözüne benzer bir ironiyle ifade edersek, kültür de bunca yıldır gerçekten bu
davanın çilesini çeken kültür adamlarına bırakılmayacak kadar önemli değilmiş
demek ki.
Niçin anlatıyorum bunları, liyakatsizliğe bir prototip
olsun diye tabii. Neredeyse her kültür-sanat adamı bu tarz davranışlara maruz
kalmıştır. Ak Parti’nin kültür politikası yok, demekten kendimi alamıyorum,
çünkü paradokslarla dolu, kültür bakanı bile edebiyat ortamındaki sıradan biri kadar
kültürel birikime sahip değil, yazık. Kültürden anlamayan adamlar, niçin kültür
adamına değer versin ki. Bunlar unutulacak şeyler değildir elbette, bu yüzden
tarafımızdan yazılmakta.
Murat Karayalçın’ın Ankara belediye başkanı olduğu
yıllarda kendi çevresinden (sol) 400’ün üzerinde sanat ve kültür adamını
danışman sıfatıyla istihdam ettiği basında yer almıştı. Bu adamların Gezi
olaylarında aktif rol aldıkları malum, elbette solun Türkiye’deki entelijansya
ile işbirliği içerisinde olması gücünü daha bir arttırmakta. Kim bilir belki de
bu tarz kültür adamlarına yönelik destekler CHP belediyelerinde devam ediyor.
Düşünüyorum da İstanbul’daki Ak Parti belediyelerine kültür ve sanat
adamlarımız danışman olarak alınsa ve alınamayanlar da popülerliği önemsemeyip
nitelikten ödün vermeden programlar yapsa belediyelerdeki kültürel boşluğun
onda biri bile dolmaz. Eeee nedir bu, kültür adamlarımızı öfkelendiren Ak Parti’nin
görmezden gelme tavrı, sonuç olarak Gezi olaylarında dilini yutmuş gibi apışıp
kalırsın. Bilhassa şair ve yazarlar toplumun ağzındaki dilidir, siyasiler
dişi.
Geçen hafta adı lazım değil bir belediyenin sergi
açılışına davet edilmiştim, bugün katıldım. Ak Parti kurucularından, dünyayı
gezmiş görmüş zengin bir bürokratla sohbet etme şansı buldum. Ak Parti’nin
kültürü boşladığını, ekonominin her şey olmadığını filan söyledi, benim şair
olduğumu öğrenince Mehmet Akif’i çok sevdiğini herkese duyurmak için nutuk
atarcasına bağırdı. Sonra Akif’in Fransa’daki din dışı yaşantısını
mühimsemediğini, hayatının sonunda neler yaptığının, özellikle de İstiklâl
Marşı yazmasının büyüklüğü için tek başına yeterli olduğunu vurguladı.
Şaşırdım, Mehmet Akif, süfli bir hayat, Fransa’da, gençlik yıllarında… gibi
şeyler kafamdan geçti. Anladım ki, bu beyefendi Mehmet Akif ile Necip Fazıl’ı
öyle bir içselleştirmişti ki (!) ayırt edememişti. Sezai Karakoç, dedim, ah
dedi, “Mihriban”ı her dinlediğimde gözlerim yaşarır. Sustum. Eğer siyasileri,
iş adamlarını sorsam, soyağaçlarıyla tanıtırdı bana.
Cahil milletvekillerinden, bakanlardan ve belediye
başkanlarından bıktık, tiksinir olduk. Ak parti, yeniden yüzde 41’den 49.5’a
çıktı, bu şu anlama geliyor: Şımarma ve kendine çeki düzen ver, yoksa bir daha
sana şans vermeyiz. “Memleketimizde okumuş adam az,” diyorsa, bari kültür
alanındaki bürokratları okumuşlardan seçsin. Cehalet, sadece bizi değil doğal
olarak muhalifleri de kışkırtıyor, diğer taraftan ise şuan yazdığım dergiyi de
ilgilendirdiği için diyorum, onların mizah dergileri bayram ederken bizimkiler yas
tutuyor. İslami camiayı temsil eden kötü bürokratlar yüzünden bizim mizah
dergilerimiz ötekilere göre birkaç sıfır geride başlıyor yarışa. Üstelik mizah,
iktidara muhalif olduğu zaman gerçek gücüne kavuşur, bu imkândan da yoksunuz.
Bari liyakati önemseyip karşı cepheye az koz verelim.
Yeni Türkiye deniyor ya, ben somut anlamda pek bir
yenilik görmedim. Ak Parti amblemi değiştirilerek işe başlanabilir, kimi
partilerin amblemlerinde değişikliğe gittiği bilinen bir gerçek. Yeni Türkiye
karanlıktan kurtulup hâlâ aydınlığa kavuşamadıysa Ak Parti 13 yılda neyi
başardı, diye sorarlar adama. Gün gerçekten doğmalı, halk değişimi hissetmeli.
Bence tam da bu noktada ampulün siyah ve kalın kontur çizgisinden kurtulmalı,
kısacası camı kaldırılmalı, içindeki geçici telin yerine sonsuz ışığıyla güneş
konmalı ve ampul şeklini ise rengarenk güneş ışığı vermeli, o hüzünlü sarı renk
nedir öyle. Eskiden ampuldük, şimdi güneşiz izlenimi yaratılsın için ampul
şekli siluet olarak varlığını sürdürmeli elbet. Bu minval üzere de yürümeli. Ayrıca
Batı adamının buluşu olan ampulü Ak Parti’ye oldubitti yakıştıramadım. Neyse,
olan olmuş, demek de istemiyorum. Kendini güneş olarak gören aydın kesim, niçin
ampulün etrafına toplansın ki. Bu da bir başka parodi…
Ak Parti’yi, muhalifler değil Ak Parti yıkmalı. Partinin
ismi ALP’ye (ALP: Alp’leri de çağrıştırır üstelik. Alpler: Orta Avrupa'da yer
alan büyük dağ silsilesi. İsviçre, Kuzey İtalya ve Fransa'nın pek çok bölümünde
görülür. Avusturya'nın hemen hemen hepsini kaplar ve Almanya'nın güneyinde
önemli yer tutar.) dönüşürse Batı coğrafyası çağrışımı yaptığı için kompleksli muhalifler
sıcak bakmaya başlar. AL parti, onlarca yıl vergi altında ezilmiş halkın da
hoşuna gider. Halka ver, demeyip de al, demek ne hoş gelir. AL göstergesinin
bayrağımızı da çağrıştırması ise işin başka bir güzel yanı. Somut adım
atılırsa, soyut adımlar ardından gelir. Yok umursanmazsa fikrimiz, elbet
gelecekte İslami camianın yeni partileri olacaktır, reklam ajanslarına onca
para vermelerine gerek kalmadan onlara hazır bir isim sunuyorum işte. Partiler,
liderler, erler geçicidir; ama dava kalıcı. Genç arkadaşlarım, Ak parti,
yaşlandı artık, 50 ve üzeri yaşların partisidir, sizin
gençliğinize-delikanınıza ihtiyacı var, basit bir makam için kişiliğinizden
ödün vermeyin, duruşunuzu koruyup geri adım atmazsanız gelecek sizin önünüzde
eğilecektir. Siyasilere inat, ben de tokat gibi bir nutuk çekmek istedim.
Konuyu dağıtmadan devam edelim. Ana muhalefet partisi CHP’nin
amblemi içler acısı. Barut, yaklaşık bin yıl evvel kullanıldığı halde, CHP okla
mücadeleye devam ediyor; tankları ve uçakları nasıl okla vuracaksa. Yabancı bir
ülkeyle mücadeleye girişsek CHP bizi ya ölüme ya da esarete sürükler. Neyse, bu
CHP’nin derdi, Ak Parti gibi bizim aklımıza da ihtiyacı olduğunu sanmıyorum.
Diğer partilere gelince: Devlet Bahçeli, Devlet Bahçeli’yi bile dinlemiyor;
Selahattin Demirtaş’ın ise bizi duyamayacak kadar başı kalabalık ve darda,
üstelik eş başkanlardan biri, yani yarı yarıya lider.
Biz kendi camiamıza dönelim, CHP’nin oklarını kendimize
çevirelim: Kabuğunu kırıp cam fanusun dışına çıkması için Ak Parti’nin aydınlar
ordusuna ihtiyacı olduğu su götürmez bir gerçek. Edebiyat dünyasının
içerisinden biri olarak üzülerek gördüm, Ak Parti’den memnun şair ve yazara
rastlamadım. Bu dört yılda Ak Parti ölüm kalım savaşı verecektir, kendine çeki
düzen vermeli, kültür adamları Azrail’e dönüşmemeli.
Amblem konusunda ciddiyim, AL parti hususunda ise ironik
bir gerçekliği dile getirmek istedim, azıcık mizah yani, lakin liyakat, bir duyarlılık olarak Ak Parti’nin
merkezine yerleşmek zorunda, parti fabrika ayarlarına ancak böyle dönebilir.
Stop.
Ya da yar bana bir zeplin. Stop.
Zafer Acar
0 Yorumlar