ŞEREF
BİLSEL ŞİİRİ ŞEREF BİLSEL KADAR VAR MIDIR
Şeref Bilsel Dar Zaman Rivayetleri, Magmada Kış
Mevsimi ve Mecnun Dalı’ndan sonra bu yıl yayımladığı Dünyanın Külü ile şiir
serüvenini dördüncü kitaba doğru genişletti. 90 kuşağının dikkat çeken
şairlerinden Şeref Bilsel. Bu kuşağın öne çıkan şairlerinin kimisi farklı
arayışlarla kendini buldu; kimisi de bu arayışlarda yapay çıkarımlara vardı.
Son cümlenin ilk yargısına Cevdet Karal’ı örnek verirsek, ikincisine de Hakan
Arslanbenzer ve Neo-Epik diyebiliriz. Cevdet Karal’ın son bir-iki yılda yazdığı
şiirlerde, ilk iki kitabındaki derin ve sarsıcı psikolojinin kaybolup yerini
yumuşak şiirlere bıraktığını da söylemek gerek. Hakan Arslanbenzer’i ise başka
bir açıdan, dergiciliğiyle, eleştirmenliğiyle takdir etmek gerek. Ama bu dergi
ve eleştirilerde bir dönem özne olanların şimdi ne olduklarını(olamadıklarını) da
unutmadan. Şeref Bilsel’le beraber Ömer Erdem’e de yukarıda üzerinde durduğum
iki noktanın tam ortasında duran şairler
diyebiliriz. Biçimsel çabalarla özgün bir şiire varma uğraşının dışında zaman
zaman biçimin katılığında kaybolan şairler bunlar.
İlk kitabıyla Haşim’in rengine bürünen; fakat yapay
ve kolaycı bir yöntemle, -gece, akşam, karanlık, siyah diyerek- bu renkten şiir
ve atmosfer devşirmeye çalışmıştı Bilsel. Hatta biraz amatörce davranıp kitap
kapağını, şiirlerde bolca geçen sarı ve siyah renkten oluşturmuştu. Somut
anlamda renkler kitabın önüne geçip, kitaptan taşar olmuşlardı böylece.
Kapaktan içeriğe geçerken de şiirin hemen hemen her unsurunun kokusu, büyüsü,
anlamı, zenginliği bağlamında, renklerle sınırlı tutulmuş olduğunu görüyoruz.
İkinci Yeni’nin “mavi klişesi”ne hapsettiği renkliliği o, kolaycı bir bakışla
renkleri şiire hapsetme yanılgısıyla aşmaya çalışmış. Şu tamlamalara bakalım
mesela: “kırmızı türküler (sf:10), sarışın bekleyiş (sf:13), yeşil bir ıslıkla
(sf:20), bir kızın yeşil cinneti (sf:23), kırmızı bir gülüş (sf:34), gümüş
rediflerle (sf:41), sarışın bir evham (sf:48), çıplak bir mavi (sf:58) vs.” Bu
bağlamda, renkleri pek de boyayamayan bir kitap oldu, -boyama kitabı demekten
zor alıyorum kendimi- Dar Zaman Rivayetleri benim için. Şairin bu renk imajinasyonunu
bütünlük adına mı yoksa kendince orjinallik adına mı yaptığı belirmiyor
kitapta, belki de ikisi birden. Şeref bilsel’in bocalayan tarafı bu; fakat onu
yukarıda neden tam anlamıyla olumsuzlamadığımı da belirtmem gerek. Bilsel Dar
Zaman Rivayetleri’nde sürekli arayış içinde. Bu coşku ve sözü arama tutkusu onu
bazen İkinci Yeni’nin iyi şairlerine götürüyor. Taklit ediyor demiyorum, büyük
oranda oradaki iyi şiirden besleniyor. “sen de git selika git / kendini de
götür giderken” (sf:31), deyip Cemal Süreya’yı anımsatırken, hemen yukarıda “
kendime gelirken senden gidiyorum” diyerek ise kendi oluyor. Bu kendilik durumu
kitapta bir hayli baskın; ben ve benlik kavramları etrafında gelişen güçlü
varoluşsal duyumsamalar, Dar Zaman Rivayetleri’nin orijinal tarafı.
Şeref Bilsel Dünyanın Külü’nde daha yalın ve rahat
bir söyleyişle, ilk kitabının o sevimsiz benzetmelerini kırmış görünüyor. Ancak
bu rahat söyleyişin tökezlediği anlar da ne yazık ki mevcut, kitabın özellikle
ilk kısmında kendini gösteren biçimsel çıkışlardan söz ediyorum. “uykuda”
başlıklı ikinci bölüm büyük oranda siyasi bakış ve sosyal göndermelerle
ilerliyor. Kerbala’dan Yusuf’a mekik dokuyor Bilsel. “Yusuf’un içine düştüğü
gül” diyerek gülün içinden içli bir mısra yakalıyor. “Dersim ve oğlum” adlı
siyasi-sosyal içeriğe sahip şiir bence kitabın en dikkat çeken şiiri. Çok
yumuşak imajlarla ve bu yumuşaklığın getirdiği dokuyla etkileyici bir ton
yakalamış Bilsel. Bunun dışındaki sert şiirler, -içeriği kastediyorum- fazla
kapalı ve boğuk. Sanki toplumcu gerçekçilerin sloganik söyleminden kaçayım
derken yer yer soyuta yakalanmış şair. Paragrafın girişinde sözünü ettiğim
biçimsel unsurlar dağdağa bölümünde daha ilk şiirden (yüz biriktirir) etkin
olmuş. Bölüme adına veren dağdağa şiirinde ise biçim en güçlü şiirsel unsura
dönüşmüş. Yukarıda Şeref Bilsel ile Ömer Erdem’i yan yana anmamın da bir açıdan
sebebi bu biçim meselesi. Ömer Erdem’in kör kitabında da aynı teknikle yazılmış
(çember) bir şiir vardı. Ama Erdem’in gözden kaçırdığı şeyi (söz) Bilsel en
azından bu şiir özelinde ihmal etmemiş gibi. Biçime tamamen mahkum olan şiire
Sezai Karakoç’tan ödünç alarak söylüyorum, materyalist bir şiir demekte sakınca
yok. Zira bu ses tekrarları şiirin bütününde öyle baskın hale geliyor ki
herhangi bir makinenin düzenli olarak çıkardığı sesten farksız değil (Akla
beyhude çabalarıyla fütüristler geliyor). Klasik şiirde de mısra başı redif
yapıldığını biliyoruz, açıkçası ben klasik şiirde de modern şiirde de bu
tekniğin örneklerine sıcak bakmıyorum. Çünkü sözden önce gelen ses tiz çıkar ve
sözün önüne perde çeker. Bir bebeğin konuşmaya başlamadan evvel ki ses
denemeleri dersem, belki somutlamış olurum. Fakat şu farkla: bu ses denemeleri
bir bebeğin dilinde sempatik ve sevimli dururken ne yazık ki şairin dilinde
sayıklama noktasında kalıyor. Şiirde kafiye ve redifi hayli önemserim, kendi
şiirimde de olabildiğince istifade ederim bunlardan. Ama biçimdir, yeniliktir,
tersten bakıştır gibi bahanelere sığınan şaire de bunlara da araç olan kafiye
ve redife de karşı duruyorum. Yazımın başında beraber andığım Ömer Erdem ve
Şeref Bilsel’in bu noktada bir araya geldiklerini vurgulamış oldum sanırım. Bu
iki şaire şiirini zaman zaman heceye kurban eden, bir diğer 90 kuşağı şairi
Süleyman Çobanoğlu’nu da eklemekte fayda buluyorum. Çobanoğlu özellikle ilk
kitabında saçmanın kıyılarında dolaşırken, hece vezni onu o uçurumdan
uzaklaştıran değil, tam aksine onu saçmaya zorlayan baş aktör olmuştu. Ömer Erdem’de
ise biçimsel zorlamalar, vahim bir sonuçla Kör’de tekrara dönüştü, gördük. Zafer
Acar Dil ve Edebiyat Yıllığı’nda bu soruna değinmişti. Gelelim Şeref Bilsel’e
ve Dünyanın Külü’ne tekrar. Bilsel, Erdem ve Çobanoğlu’ndan, imgeyle kendine
şiirsel bir çıkış noktası yaratarak ayrılıyor. İmajlar onun şiirinin göbeğine
oturmadan yalın bir şekilde söz söyleyip aradan çekiliyorlar. Bu durum şiirinin
tıkandığı noktalarda son derece rahatlatıcı bir rol oynuyor onda: “düşünürüm /
su diye sayıklayan boğuk günler içinde / analarının gözlerinde söndürülmüş
çocuklar” (sf:51, Dünyanın Külü). Bu mısralarda; su ve göz, boğuk günler ve
sönmek göstergeleri hem kendi aralarında hem de karşılıklı ilişkileri
doğallıkla kurmuşlardır. Birçok duyarlığa gebe “Sembol Anne”de buluşarak
orijinal bir imge oluşturmuşlardır sonuç olarak. Son ve pek de önemli olmayan
bir şey söyleyeceğim Bilsel’in şiir biçimiyle ilgili: her bent’i büyük harfle
başlatıyor şair. Özellikle son kitabı için söylüyorum bunu, zira buna ilk
kitabında yer yer rastlıyoruz. Ben doğrusu bu Attila İlhan’vari çıkışı pek
anlayamadım. Şair, her bent’i bir cümle olarak düşünme gafletinde değildir
umarım.
Abdullah İlhan
0 Yorumlar