Söyleşiyi Gerçekleştiren: Selim Sina Berk
Aykut Nasip Kelebek. 2010 sonrası
şiirimizin gözde şairi. Belki de 10 Kuşağı diye adlandırılacak bir dönemin en
çarpıcı isimlerinden biri. Gelenekle kurduğu bağlar onu İslami duyarlılıkla
şiir yazanlara yaklaştırsa da Nasip Kelebek duyuş, hissediş ve söyleyiş
bakımından birçok farklı yola yöneliyor. Aykut Nasip okurlarını şiirleriyle
şaşırttığı gibi yazdığı eleştirilerle de gündem olan bir kalem. Kendisine ilk
şiir kitabı Bana Hayran Olsana’yı merkeze alarak şiir ve eleştiri ile
ilgili sorular sorduk. İşte cevapları.
2013 Ekim’inde ilk kitabın “Bana Hayran Olsana”yı
çıkardın. Konuşmaya kitabın başından başlayalım. Özgeçmişine de yazdığın gibi
Türk Dili ve Edebiyatı mezunusun. Edebiyat bölümünde okumanın sanatçı üzerinde
olumsuz etkileri olduğu söylenir. Sen neler yaşadın? Ne düşünüyorsun?
Edebiyat
ortamımızdaki ezberlerden biri de bu: Edebiyat okumak, edebiyatçıya zarar
verir. Şimdiye dek bunu çok işittim ancak kimseden de ikna edici bir
temellendirme alamadım. Okulun şaire-yazara zaman kaybettirmek dışında büyük
bir olumsuz etkisi yoktur ki bu da bütün bölümlerin, bütün işlerin ortak
zararıdır. Hatta edebiyat, bu bağlamda tıp, hukuk gibi bölümlere kıyasla daha
avantajlıdır; çünkü onlar kadar mesai istemez. Güçlü sanatkâr; başka hiçbir
sanatkâra, akıma, kurum ya da yapıya pabuç bırakmaz. Ciddi bir tehlikeyle
karşılaştığında da sanatı tercih eder; bu tehlike ister aile, isterse de geçim
gibi hayati meseleler olsun. Açık konuşacağım, birkaç akademisyenin bir araya
gelerek kurduğu bir bölüm, bana nasıl olumsuz etkide bulunabilir? Kaldı ki
edebiyat okumanın bana birtakım katkıları olmuştur. Başka bir bölüm okumuş
olsam hayatımın merkezine yerleştirdiğim edebiyatla doğrudan ilgisi olmayan bir
alanda çalışacaktım. Elbette onun da başka açılardan faydaları olacaktı ama ben
Türk Dili ve Edebiyatı’nı tercih ederek, zaten okumam gereken birçok kitabı,
kavramam gereken birçok teknik hususu, Osmanlı alfabesini, amiyane tabirle
aradan çıkarmış oldum. İşte ödevlerde Namık Kemal’in eleştiri anlayışından
sorumlu tutuldum, Şeyh Galib’in şiirlerinden sınava girdim. Bu nedenle geriye
baktığımda herhangi bir pişmanlık duymuyorum.
Şiirindeki simetri: “Bana Hayran Olsana”da beyitle
yazdığın yedi şiir var, neredeyse kitabın yarısı. Dörtlüklerle yazılmış
şiirler, çalışılmış kafiye ve redifler… Şekle çok mu önem veriyorsun?
Evet, biçim,
en az içerik kadar önemlidir; hayatın diğer alanları gibi şiirin de kanunu
budur. Benzetmelerle gidelim biraz: Mercedes dünya çapında arabalar üretiyor,
peki niçin, arabalarını üst düzey özelliklerle donattıktan sonra bir de
insanların gözünü alacak bir tasarım yaratmaya çalışıyor. Yahu bizim araba
zaten saatte şu kadar yapıyor deyip ürünlerini sıradan tasarımlarla sunsa
şimdiki itibarını elde edebilir miydi acaba? Hiç sanmıyorum. Dolayısıyla biçime
çok önem veriyorum, ama bu, biçime de fazla önem veriyorsun, karşılığı
verilebilecek bir hassasiyet değildir. Beyit, kıta gibi farklı birimleri
denemek, biçim üzerine düşündüğümün kanıtı sayılabilir ama farklı birimleri
deneyen her şairin biçime titizlendiğini de söyleyemeyiz.
Değişik nazım
birimlerini kullanarak şiirlerimdeki tekdüzeliği kırmayı da amaçladım.
Şiirlerde vazgeçmediğim husus, kafiye ve redif oldu. Bunlar olmadığında,
istisnai biçimsel şiirleri dışta tutuyorum, şiirin şiir olmaktan çıkıp başka
bir şeye dönüştüğünü düşünüyorum. Ama sadece kafiye ve redifin değil mısraların
uzunluk kısalıklarını da göz önünde bulunduruyor, şiirin bana düşen bütün
yönleri üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyorum. Bütün bunlarla birlikte, şiirde
biçimle içeriğin uyumunu da gözetmek gerekir. Ancak bu bahiste de işi yalana,
riyaya döken kimselerle karşılaştığımı söylemeliyim. Filanca şair diyelim,
zayıf, dişe dokunur tarafı olmayan bir şiir yazıyor, diyorsun ki bu şiir zayıf;
hayır diyor, şiirimde anlattığım adam zayıf karakterli, bu durumu böyle vermem
gerekirdi. Niteliksiz şiirlerini bu tip gerekçelerle örtmeye çalışanlara karşı
da dikkatli olmak gerek.
Şiirlerinde güncel olaylar önemli bir yere sahip.
Amerika’nın Ortadoğu politikalarından şehirdeki yoksulluğa, sinema
koltuklarından öğrenci akbiline…
Bunlardan biri de “Türkiye” şiirindeki kaçak elektrik meselesi.
Elektriği kaçak kullananları içimizdeki Amerika olmakla “suçluyorsun”.
Beyoğlu’nda Tarlabaşı’nda yaşıyorsun. Bu olayla ilgili yakından gözlem yapma
fırsatın var. İçeriden bir ses olarak bu mevzuyu biraz açar mısın?
Şiirde
güncellik, oldukça hassas bir mesele; güncelden bütünüyle uzak duran şairler
var, bütünüyle güncele yaslanan şairler var. İkisinin arasında sağlıklı bir yol
tutturmaya çalışıyorum. Güncele öcü gibi yaklaşanlar şiirin akıp giden hayatla
bağlarını koparıyorlar, istiyorlar ki şiir sadece kadim temalara, binlerce
yıldır var olan ifadelerle eğilsin; kitabım yayımlandıktan sonra senin de
andığın akbil kelimesine bile takılanlar oldu. İkinci grup ise birkaç yıllık
siyasi partiler, şarkıcılar, futbolcular hakkında şiir yazıyor; bunlar
bırakalım on yılları üç beş yıl sonra bile nasıl okunup anlaşılacak, akıl
ermez. Ben güncelin içindeki kadim duyguları, düşünceleri yakalayıp anlatmaya çalışıyorum.
Şimdi bazı güncel olaylar var, sessiz kalmak mümkün değil; mesela Soma’daki
maden kazasında resmi rakamlara göre 301 vatandaşımızı kaybettik, yani onların
bizim gözümüzde 301 kelimelik değeri yoksa efendim insanlık, efendim hümanizm
palavralarını bir kenara bırakalım. Ama kendi payıma, böyle bir felakete zaman
ve mekânı bulanıklaştırarak yaklaşıyor, kazaya neden olan maden şirketine
hakaretler yağdırmak yerine –ki bunu yapanlara da saygım var- bu olaydaki
göstergeler üzerinden yitirmekte olduğumuz merhamet duygusuna yoğunlaşıyorum.
Nitekim bu hadiseyi işleyen şiirimin başlığı da “Merhamet”tir.
Sinema koltuğu
“Gelişin Güzel” şiirinde geçer: “sinemada aramıza koyduğun o boş koltuğum/her
yanımı kuşatan tenini koklayamıyorum” Bu, imkânsız aşkın modern mekânlardaki
hissediliş biçimidir aslında.
Kaçak elektrik
meselesine gelince: Birey olarak, bütün kaçakçılar ve kaçakçıların karşısında
olmak zorundayız. Şair ve yazarların sorumluluğu ise bu işte biraz daha fazla;
çünkü bir yandan varoluştaki, insan ilişkilerindeki, tabiat, toplum ve devlet
düzenindeki olumsuzlukları eleştirip diğer taraftan da kaçak göçek işleri
meşrulaştıramazsın. “Türkiye” şiirindeki “kaçak elektrik kullananlar” ifadesi
ise bütün kaçakçılar olarak düşünülmelidir; buna insan kaçakçılığı, silah
kaçakçılığı vs. de dâhildir. Bunları birini olumlu gösterdiğinizde ise artık
isteseniz de istemeseniz de diğerlerine de haklılık payı kazandırmış olursunuz;
iş işten geçer yani. Şunu sormak lazım elbette: İnsanlar niçin kaçakçılığa
yöneliyorlar? Mesela müreffeh ülkelerde de kaçakçılık bu kadar yoğun mu acaba?
Yoksa bu yönelim bizim gibi nispeten yoksul ülkelere mi has? Devletin burada
rolü ne? Bunların hepsi tartışılmalıdır. Asgari ücretle altı kişilik ailesini
geçindirmek zorunda biri buna mecbur kalıyorsa onunla empati kurmak zorundayız,
ama ekonomik durumu iyi olduğu halde tenezzül edenler için söylenecek çok fazla
bir şey yok.
Siyaset ve medeniyet bağlamında yazıyorsun. 1991
doğumlusun. Bu konular için yaşının erken olup olmadığı ile ilgili ne dersin.
Ayrıca beslenme kaynaklarınla ilgili bilgi verir misin?
Arif Nihat
Asya’nın çok meşhur mısraını hatırlıyorum şimdi: “Fatih’in İstanbul’u
fethettiği yaştasın” Çok güzel bir mısra bu, Necip Fazıl da Babıali’de Asya’yı
epeyce hırpalar ama bu mısraa kıyamaz. Onun hakkını teslim eder. Her neyse,
Fatih, 21 yaşında bütün bir siyaset/medeniyet merkezini fethediyor da, diyelim
21 yaşındaki bir şair niçin bu konuda iki satır yazamıyor? İşte -seni tenzih
ederek söylüyorum, çünkü sen de şiirlerinde bu temalara eğiliyorsun-, günümüz
insanının ufuksuzluğu. Vay efendim yaşın ne başın ne, e yirmime vardığımda
elime silah verip davullarla zurnalarla askere yolluyorsun beni, ülkeyi
savunmam için; silaha evet de kaleme niye hayır diyorsun? Zihinsel gelişimin fiziksel
gelişime kıyasla daha yavaş olduğunu kabul edebilirim ancak 18’ine gelmiş bir
bireyin toplum hakkında, devlet hakkında söyleyeceklerine kulak vermek gerekir.
Tartışılmıyor, bizde meseleler doğru dürüst temellendirilmiyor. Edebiyat
ortamımızda şöyle bir işgüzarlık var: Aşk şiiri yazarsın, “Rilke genç şaire der
ki ‘aşk şiiri yazma’…”, siyasi şiir yazarsın “Daha yaşın ne…” Ne yazalım peki.
Ben bunların hiçbirine aldırmadım, neyi nasıl istiyorsam öyle yazdım. Yaptığım
iş iyidir kötüdür, bu ayrı; ancak gereksiz hesap kitaba girmedim. Bütün genç
arkadaşlara da bu tavrı öneririm.
Şuna
yanıyorum, başarısız insanlar bizi giderek edilgen bir toplum haline getiriyor.
Üniversite öğrencisi, mezunu vs. edebiyat sevdalısı arkadaşlara neden metin
üretmediklerini soruyorum, daha okuma sürecindeyiz diyorlar, arkadaşım okuma
sürecin ölene kadar bitmeyecek, zaten bitmemeli de, ama yazma sürecine de
başlaman lazım, bunlar birbiriyle kardeş işler. Zihnimin dolduğunu
hissetmeliyim diyor kimi, e umarım zihnin dolduğunda vaden de dolmuş olmaz.
Yakınlarda yazdığım bir şiirde “yazmalı yazmalı yazmalı yarın ölecekmiş gibi”
diye bir mısra var.
Beslenme
kaynaklarımı geniş tutmaya çalıştım, evvela bizim şairlerimizi etraflıca
okudum. Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in, Rasim Özdenören’in
sadece edebi ürünlerini değil düşünsel metinlerini de büyük ölçüde tamamladım.
Dünya romanı ve öyküsünü detaylara çok inemesem de üzerinde konuşacak kadar
taradım. Bunların dışında, belki de en önemlisi, İslam tarihi ve düşüncesi
üzerine epeyce yoğunlaştım. Bu topraklarda şair olma gibi bir derdin varsa,
şahsi kanaatim, modern şiirimizi avucunun içi gibi bilecek, Osmanlı ve halk
şiirini iyice tarayacak, Müslümanların tarihine vâkıf olacaksın. Öbür türlüsü
ciddiyetsizlikten başka bir şey değil.
Gelenek birçok boyutuyla şiirinde yer alıyor.
Geleneğin ufku açan yönleri kadar şairi sınırlayan yönleri olduğunu
söyleyebilir miyiz? Eğer böyle dersek sen nasıl bir süzgeç kullanıyorsun?
Geleneğin beni
sınırladığını düşünmüyorum, bunda daha on altı yaşında Sezai Karakoç’un metinlerini
okumam ve o metinleri benden çok daha evvel okuyup üzerine zengin ilavelerde
bulunmuş Zafer Acar’ın talebesi olmamın büyük payı var. Gelenek, bugün, II.
Yeni, İsmet Özel ve 80 sonrasının snop şairlerinin olumsuz etkisi nedeniyle
yeterince değerlendirilmiyor işin aslına bakarsak. Geleneğe daha yakın görünen
Müslüman şairlerde bile durum böyle. Şiirimdeki gelenek tadı, yukarıda
konuştuğumuz biçimsel özelliklerin yanında bolca kafiye ve redif kullanmamla,
imgeyi kuruş biçimimle, dinler tarihine göndermelerde bulunmamla da ilgili
olmalı. Diğer bütün işler gibi şiirin de -en azından benim için- geleneksiz bir
anlam ifade etmeyeceğini hissediyorum. Ama katı gelenekçilerin de
karşısındayım, aruzla heceyle yazmıyorum, şiire bu ölçülerin seslerini taşımaya
çalışıyorum. Süzgecim nitelik.
Gelenek derken buradan devam edelim. Kitabında “Kül”
adlı bir şiir var. Bu şiirde İslami duyarlılığa sahip şairlerde görmeye alışık
olmadığımız bir tutum seziliyor. Bu şiirinde Tanrı’yla kurduğun bağlantılar
kısmen Turgut Uyar’ın “Arz-ı Hal” şiirini hatırlatıyor. Tepki alabileceğini
düşünüyor musun?
16 yaşımdayken
-2008- yaklaşık altı-yedi aylık bir süreç sonunda tamamladığım “Kül”, kitabın
kronolojik olarak da ilk şiiridir. İslami bir aile yapısından-gelenekten
gelmeme, Diriliş’ten beslenmeme rağmen ergenliğin de etkisiyle o süreçte
birtakım varoluşsal iniş-çıkışlarım vardı. Anlaşılabilir bir şey bu. Nitekim bu
bunalımlı ruh hali, “Kül”ün dışında gene o dönemde yazdığım “Anatomi
Seansları”na da yansımıştır. Ancak bu bunalım, inançsızlığın değil yaratılmış
olmaktan duyulan azabın bunalımıdır: “gökyüzüne üflediğin duman olmak
varken/söyler misin neden/sigarandan düşmüş bir külüm/plastik yeryüzüne” Şiir
kişisi, tek hâkimin kim olduğunu bilmektedir: “yakma beni tanrım kül etmek
için/kül tablana kokum sinsin diye mi/beni ateşinden geçireceksin”. Bu azabı
aktarış biçimine getirilecek itirazlara saygı duyarım, ancak 16 yaşındaki
şairin masumiyeti bence ortadadır. 2009’da yazdığım “Modelist” ise duruşu daha
da belirginleşmiş bir gencin şiiridir ki “Gözlerin yüzünün şah mısraı,
gözlerin/Müslüman lalesiyse eğer Nedim’insin” mısralarıyla başlar. Şathiyelerde
görmeye alışık olduğumuz türden mısralar, sadece “Kül”de değil kitaptaki “Our
Eyes Collided And The Rain Started”, “Big Bang” gibi şiirlerde de görülebilir.
Bu şiirlerde, yeri geldi Allah’ın hayatımızdaki yerine göndermede bulundum,
yeri geldi ona dua, yeri geldi sitem ettim; bunların hepsinin yaşantımızda bir
yeri var. Günlük konuşma dilimizde “Allah seni ne diye yaratmış” diye bir söz
var, isyan değil de nedir bu? Ama anlamak lazım, neticede biz makine değiliz;
duygularımız, sinirlerimiz, gelgitlerimiz olabilir. Şiirlerime bu bağlamda bazı
mahfillerde eleştiriler yöneltildi ancak şiirlerimin arkasındayım. İnançlı bir
şair olarak, kutsalıma laf etmem/ettirmem düşünülemez.
İlk kitabı geride bıraktın. Sonrasında da 10’a yakın
şiir yayımladın. İkinci kitap yolda diyebiliriz. Kitaptan sonra şiirinde bir
değişiklik oldu mu? Böyle bir ihtiyaç veya baskı hissediyor musun?
“Bana Hayran
Olsana” sonrasında sana ve sevgili kardeşim Abdullah İlhan'a da mazmunlar üzerine düşüneceğimi,
bazı tarihsel kişi ve olaylara odaklanacağımı söylemiştim. Kitap sonrası ilk
şiir olan “Son Model Şiir”de klasik edebiyatın önemli göstergelerinden “güneş”
etrafında ilerlemeye çalışmış, “İnziva”da ise peygamberlerin vahiy öncesi
inziva dönemini merkeze almıştım. Bunlar bir açıdan uzun şiir denemeleriydi,
sonrasında hiç hesaplamadığım halde “Kederle Bela” ve “Kısa Peygamberler
Tarihi” çıkageldi. “Kederle Bela”da Kerbela hadisesini yazıyorum, modern
şiirimizde belki biraz da Ehl-i Sünnet’in katı savunucularının baskısı
nedeniyle ihmal edilmiş bir alan Kerbela. Allah nasip ederse 10-12 bölüm
yazmayı planlıyorum. “Kısa Peygamberler Tarihi”nde ise Kur’an’da sıklıkla geçen
bazı peygamberleri günümüz hayatına uyarlamaya çalışıyorum. Bu iki deneme bir
araya geldiğinde biçimsel kuruluş bakımından “Hadikatü’s Süeda”yı hatırlatan
bir metin ortaya çıkacak.
Kitaptan sonra
şiirimde bir değişiklik olup olmadığını eleştirmenler tartışmalı, ama şiirimi
değiştireyim diye bir baskı hissetmedim üzerimde; bu, akışına bırakılması
gereken bir şey. Zaman içerisinde ben nasıl değişiyorsam şiirim de
değişecektir. Şunu beklemesin kimse: 2013 Ekim’de kitap çıkaracağım ve Kasım’da
yazdığım şiir de bambaşka bir şey olacak. Böyle bir sanat algılayışı yok. Hangi
şairin her kitabı birbirinden apayrı?
Eleştiri de yazıyorsun. Takip ettiğim kadarıyla daha
çok şiir üzerine. Eleştirine konu edeceğin şiir ve şairleri, neleri göz önünde
bulundurarak seçiyorsun? Bu soruya ek olarak ülkemizde sağlıklı bir eleştiri ve
eleştiri kurumu olduğunu düşünüyor musun?
Aksilik
olmazsa, birkaç sene içinde şiir eleştirilerimi bir araya getiren bir kitap
yayımlayacağım. Bu kitaptaki metinlerin bir kısmını Yedi İklim ve Dil ve Edebiyat’ta
yaptığımız özel dosya ve sayılar için yazmıştım; Kâmil Eşfak Berki, Haydar
Ergülen, Cumali Ünaldı hakkındakiler böyle. Bir kısmını Dil ve Edebiyat Şiir
Yıllıkları için kaleme aldım; bunlar daha çok genç arkadaşların kitaplarıyla
ilgiliydi. Hatırı sayılır bir kısmını da bizzat kendi tasarrufumla hazırladım;
bunlar da ağırlıklı olarak değerine inandığım çağdaşlarım hakkındaydı. Aslında
tıpkı şiir gibi bazı şiir eleştirileri de kendini dayatıyor, mesela bunu daha
birkaç ay evvel Akif İnan’ı yazarken hissetim. Şiir kitaplarını okurken çok
sayıda not almıştım, bir de İnan hakkında doğru yanlış birçok değerlendirme
yapılmakta olduğunu düşününce artık kendimi yazmak zorunda hissettim. Bazen de
bir ilk şiir kitabının abartılı yorumlarla karşılandığını görünce yanılgıları
gidermek adına kaleme davranıyorum.
Toptancılık
yapmamak lazım, dergilerde zaman zaman nitelikli eleştirilerle karşılaşıyoruz,
ancak bunun genele yayıldığını söylemek zor. Birçok yazar eleştiriyle tanıtım
metninin ayrımına varabilmiş değil. İnsanlarla iyi geçinme kaygısı da
eleştirimizi duraklatıyor. Bir de tembellik var tabii, çok tembeliz; yazmakta
da yazdıklarımızı kitaplaştırmakta da. Şiir ve eleştiri kitabını basacak
yayınevi bulmanın ne zor olduğunu biliyorum ama bu bir bahane değil, kimse
yayımlamıyorsa oturup kendin yayımlayacaksın.
Sen de okumuşsundur, bilirsin. “Güvercin
Curnatası”nda Hilmi Yavuz gibi isimler Cemal Süreya’ya çağdaş dünya şiiri ve
şiirimizin dünya şiiri karşısındaki yerini soruyorlar. Cevaplardan da anlıyoruz
ki Süreya olaya vâkıf. Bugün teknolojik imkânlar gelişti, kaynaklara ulaşmak
çok kolay. İngilizce bildiğini de düşünürsek ne ölçüde çağdaş dünya şiirini
takip ediyorsun?
İngilizceyi
belli bir seviyeye getirsem de henüz bir metni sözlük yardımı olmadan okuyup
anlayabilecek düzeyde değilim. Baudelaire sonrası Batı şiirini iyi okuduğumu
söyleyebilirim. Çeviriler üzerinden günümüz dünya şiirini takip etmeye
çalışıyorum. İngilizceyi geliştirme ve başka birkaç dil öğrenme hayalim var,
bakalım. Şu sıralar önceliğim, başlamış olduğum uzun şiirler ve eleştiri
kitapları. Bunları tamamladıktan sonra dile ağırlık verebilirim. Ancak bunca
koşuşturma, plan proje içerisinde nasıl olacak, bilmiyorum.
1960’lara
kadarki nesiller, istisnalar dışında kaliteli eğitimlerden geçmişler ve en az
bir dili iyi derecede biliyorlarmış. Onların, mesela senin de andığın Cemal
Süreya’nın, yabancı şairleri Türk gibi içselleştirerek andıklarına birçok defa
şahit oluruz. Birçoğunun kitap oluşturacak kadar çeviri yaptığı da malumumuz.
Süreya ile beraber Sezai Karakoç, Can Yücel, Hilmi Yavuz vs. Bir önceki
kuşaktan da Orhan Veli akla geliyor hemen.
Dil öğrenmek,
hele şairler gibi doğrudan dille uğraşan sanatkârlar açısından çok faydalı bir
süreç. İngilizceye eğildikten sonra kendi dilimi ve giderek dilin kendisini
daha iyi tanıdım.
0 Yorumlar